Değerli okurlar,
29 Kasım 2015 tarihinde varılan Türkiye-AB mülteci uzlaşısı son dönemde yeni bir sınama ile karşı karşıya. Cenevre’deki Suriye Barış Görüşmelerinin kesintiye uğraması ve Suriye’de rejim güçlerinin Halep bölgesinde başlattıkları harekâtın yeni bir göç dalgasına yol açması, mülteci sorununun kısa vadeli politikalarla çözümlenemeyeceğini açıkça gösterdi.
Türkiye-AB Eylem Planı’nda Son Durum
AB tarafında, Türkiye’ye kullandırılması öngörülen 3 milyar avronun AB bütçesi ve üye devletlerin katkıları ile nasıl karşılanacağı konusu çözümlendi. Bu paranın AB kuralları uyarınca proje temelli olarak kullandırılması ise, Türkiye’de sayıları her geçen gün artan mülteciler için yapılması gereken acil harcamalara yönelik olarak faydalanılmasını güçleştiriyor.
Öte yandan, mülteci akını ve artan göç konusunda AB’deki panik havası artarak devam ediyor. Kamuoyu baskısı ile karşı karşıya olan AB liderleri, konuyu çözüme kavuşturmak konusunda kararlı gözüküyor. Son olarak, AB, Yunanistan’dan, iltica talebinde bulunanlar için sağladığı koşulları uluslararası standartlara getirme talebinde bulundu. Bu şekilde çeşitli AB ülkelerindeki yasadışı göçmenlerin Yunanistan’a iade edilmesinin önünün açılması hedefleniyor. AB’nin iltica politikasını belirleyen Dublin Sözleşmesi’ne göre sığınmacıların ilk ayak bastıkları AB ülkesinde kayıt altına alınmaları ve iltica taleplerinin bu ülkeye yapılması öngörülüyor. Ancak bu hüküm bugün kadar etkili bir şekilde uygulanamamıştı. Bunun nedeni ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Yunanistan’ın iltica sitemini aşağılayıcı olarak değerlendiren kararı idi. Bu karar Yunanistan’a göçmenlerin iadesini engellemişti. Yunanistan’da koşulların iyileştirilmesi çağrısı ile AB’nin Dublin sistemini uygulama çabası içinde olduğu görülüyor.
AB’nin Mülteci Akınını Önleme Yaklaşımı
Bunun yanında Türkiye açısından kritik bir gelişme de Yunanistan’ın Türkiye’yi güvenli ülke olarak ilan etmesi. Bu iltica talebi kabul edilmeyen ve Türkiye üzerinden geçtiği kanıtlanan göçmenlerin iadesine olanak tanıyor. Son gelişmeler ışığında, AB’nin mülteci akını ile baş etme politikası şu şekilde belirginleşiyor:
• Türkiye ile sığınmacıların ülkede tutulması ve entegrasyonlarının kolaylaştırılması, sınır kontrollerinin sıkılaştırılması ve göçmen kaçakçılığı ile mücadeleyi de öngören kapsamlı işbirliği ki bu alanda Türkiye’ye yönelik baskı yoğun bir şekilde devam ediyor.
• Türkiye üzerinden AB’ye ulaşan ve iltica talepleri kabul edilmeyen göçmenlerin Türkiye’ye iadesi ki bu aşama büyük ölçüde Türkiye-AB geri kabul anlaşmasının uygulanması ile bağlantılı. Bunun yanında Türkiye’nin güvenli ülke olarak ilan edilmesi, Yunanistan ile arasında 2000 yılında imzalanan ve bugüne kadar efektif olarak uygulanmayan geri kabul anlaşmasının da hayata geçirilmesine imkân tanıyabilir.
• AB’nin yılda yaklaşık 250.000 mültecinin AB’ye kabulünü öngören yeniden yerleştirme planının uygulamaya koyulması.
• NATO Savunma Bakanları toplantısı sonrasında açıklandığı üzere, doğuda kara ve deniz sınırlarının savunulması için planlama yapılması ve Türkiye-Suriye sınırının güvenliğinin sağlanması için NATO’nun devreye girmesi.
Merkel’in Siyasi Geleceği Ne Olacak?
Tüm bu kaotik ortam içinde Türkiye ile mülteci konusundaki işbirliğinin mimarı olan Merkel’in üzerindeki baskılar giderek artıyor. Merkel, mültecilere yönelik açık kapı politikası benimseyerek, mültecilerin AB ülkelerini hedef almasına neden olmakla ve transit ülke konumundaki ülkeleri aşırı bir akın ile karşı karşıya bırakmakla suçlanıyor. Merkel kendi ülkesinde de eleştirilerle karşı karşıya. Bu eleştiriler hem Merkel’in mülteci politikasındaki tutumuna yönelik, hem de temel özgürlükler ve hukukun üstünlüğü açısından eleştirilen Türkiye’ye karşı yumuşak tavrını hedef alıyor. Halkın yüzde 81’i hükümetin göç politikasını onaylamıyor; Merkel’e destek oranı ise yüzde 12 oranında azalarak yüzde 46’ya düşmüş durumda.
Almanya Başbakanı için Türkiye aslında bir son umudu oluşturuyor. Türkiye ile etkin bir işbirliğini sağlayamaz ve mülteci akınını kontrol altına alamazsa Merkel’in durumu iyice zorlaşacak. Türkiye ziyaretinde Başbakan Davutoğlu ile üzerinde uzlaştıkları 10 maddelik plan da bu amacı taşıyor.
Merkel için Türkiye ziyareti sonrasında 2 kritik tarih bulunuyor:
Birincisi 18-19 Şubat tarihlerindeki AB zirvesi ki bu Zirve Merkel’in AB’deki ortaklarını ikna etmesi için son şansı niteliğinde.
İkincisi ise 13 Martta Almanya’da 3 eyalette gerçekleştirilecek seçimler ki bu seçmen nezdinde Merkel’in ve partisinin desteğini ölçmek açısından son derece önemli bir gösterge olacak. Popülist ve radikal söylemleri ile dikkat çeken Almanya için Alternatif Partisi’nin artan oyları ve Sosyal Demokrat Parti’nin azalan desteği dikkate alındığında, Hıristiyan Demokrat Birliği( CDU)’ nun alacağı oylar, Angela Merkel’in göç politikası ve siyasi geleceği için bir referandum niteliği de taşıyor.
Merkel’in başkanlığını yaptığı, CDU, mezhep farkı gözetmeyen, Hristiyanlığı temel almış,Hristiyan demokrasinin özelliklerini uygulayan bir partidir. CDU'nun politikaları politik katoliklikten, politik Protestanlıktan ayrıca neoliberalizm, mali muhafazakarlık ve ulusal muhafazakarlıktan etkilenmiştir.
CDU sosyal market ekonomisini ilk savunan partidir. Ancak Helmut Kohl'ün 82-98 arasındaki şansölyelik döneminde daha liberal bir ekonomik politika uyguladılar. Dış politika konusunda, CDU kendisini Avrupa birleşmesine ve ABD ile güçlü ilişkilerine adamıştır. Avrupa Birliği konusunda ise, Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkmaktadır. Onun yerine "imtiyazlı ortaklık" önermektedir. İnsan hakları ihlallerinin dışında, CDU, Türkiye'nin Kıbrıs'ı bağımsız bir ülke olarak görmek istememesinin, üyelerinin birbirlerini tanıması gerektiğini söyleyen AB politikasına karşı olduğunu belirtmektedir. İç politika olarak ise, CDU bürokratik engellerin azaltılmasını ve kültürel geleneklerin korunmasını savunmaktadır.
CDU'nun karşıtları, sosyal demokratik SDP (Almanya Sosyal Demokrat Partisi), sosyalist Die Linke (Sol Parti) ve merkez-sol, çevreci Bündnis'90/Die Grünen (Birlik 90/Yeşiller)'dir. CDU, SPD ve Yeşiller'le koalisyon kurmuştur. Sol Parti ve aşırı sağcı partilerle ise koalisyon kurmamaktadır. Liberal FDP (Hür Demokratik Parti) ise CDU hükümetinin tercih edilen koalisyon ortağıdır çünkü mali politikalarda çok ortak noktaları vardır. Fakat FDP, 2013 seçimlerinde seçim barajını geçemeyerek parlamentoya girememiştir.
Bir muhafazakâr parti olarak CDU suçlara karşı sert cezaları savunmaktadır. Doğal afetler ve ülke içindeki olası terörist saldırılara karşın Bundeswehr'in geliştirilmesini de savunmaktadır. Göçmenler konusunda ise CDU dil kursları ile göçmenlerin entegrasyon girişimlerini desteklemektedir ve göçü daha iyi kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Çifte vatandaşlığın sadece ender durumlarda verilmesini savunmaktadır.
Mülteci Konusunda Türkiye-AB İşbirliğinin Önemi
Avrupa Komisyonu tarafından 10 Şubatta yayınlanan uygulama raporuna göre, 2015’te Türkiye üzerinden Yunanistan’a geçen göçmen sayısı 880.000 olarak belirtiliyor. Ekim ayında günlük ortalama 7000 kişiyi bulan sayı, Ocak ortasında 2000 düzeyine düşse de, kış koşulları dikkate alındığında bu sayının hala yüksek olduğu görülüyor. Türkiye tek başına 3 milyona yakın mülteciye ev sahipliği yaparken, mültecilerin güvenlikleri, hakları, refahları ve bulundukları topluma entegrasyonları önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Gerek Türkiye’deki mültecilerin uygun şartlarda yaşamlarına devam etmeleri, gerekse AB’nin üzerine düşeni yaparak Türkiye’ye destek olması ve yeterli sayıda mültecinin üye devletlerde yerleştirilmelerinin sağlanması iki taraf için de öncelikle ele alınması gereken başlıkları oluşturuyor. Suriye’de Halep bölgesinden kaynaklanan ve sayısı 50.000 olarak ifade edilen yeni mülteci akını sorunun artarak devam ettiğini gösteriyor. Bu koşullar altında, Türkiye’nin AB’nin desteğini yanında bulması ve AB’nin de Türkiye ile etkin ve samimi bir işbirliğini tesis etmesi mültecilerin korunması açısından da en iyi formül olarak gözüküyor.