DİN VE AHLAK İLİŞKİSİ

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı romanında şöyle bir ifadesi vardır: “ Eğer Tanrı yoksa her şey mubahtır.”

Bazen de çevremizde inançlı olduğunu bildiğimiz insanların şöyle söylediğini duyarız:

“Ahiret inancım olmasaydı her türlü kötülüğü yapardım.”

Eğer siz ahlak olan ilişkinizi sadece Din/Tanrı anlayışınız üzerinden tanımlıyorsanız bu size doğruyu düşündüğünüz duygusunu verebilir. Ama ahlaki değildir. Fakat bu bizi önemli bir soru ile karşı karşıya getirecektir :

“ İnancı olmayan insan (Ateist) ahlaklı olamaz mı? ” veya “ahlakın kaynağı nedir?”

Dinin ahlakı besleyen ve destekleyen en temel kaynak olduğu görüşü yanlış değildir. İslam peygamberinin:

“Ben sadece güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.”sözü bunun en temel kanıtıdır. Ancak ahlakın yegane kaynağının din olduğu tezi ahlak ve hukuk felsefesinde genel kabul görmez.(*)

Gerçek dindarın ahlaklı olmak gibi mutlak sorumluluğu olsa da; ahlaklı olmanın olmazsa olmaz şartı bir dine mensup olmak değildir.

Mesela devlet kapısında bir işe girerken, kamuda bir menfaat veya imkan söz konusu olduğunda daha ehil ve hak sahibi birinin hakkını gasp ederek onun yerine geçmeyi, dindar olduğunu söylediği halde kabullenmek, veya inançsız olduğunu söylemesine rağmen reddetmek. Dindar (!) ama ahlaksız olmak ile, inançsız ama ahlaklı olmak arasındaki farkı görmemize yarayan en gerçekçi örnek olacaktır.

Yine, günümüzde hala acımasız bir şekilde kadın cinayetlerine şahit oluyoruz. Yakın bir zamanda genç bir kızımızın gece evine dönerken bir sapık tarafından katledilmesi olayını yaşadık. Ama maalesef bu cinayet sonrasında bazı vatandaşlarımızdan:

“Canım oda o kadar geç saatte dışarıda ne arıyormuş?” gibi akılla ve vicdanla bağdaşmayan açıklamalar duyduk.

Bu söz, bireyin en doğal özgürlüğüne kendi adına kısıtlama getirirken, bunu ahlak kurallarına uymak adına söylenmiş gayri ahlaki bir düşünce olduğunu söyleyebiliriz.

Oysa, İslam peygamberinin ideal toplum özlemini dile getirirken kullandığı ölçüt:

“Bir kadının tek başına ve güven içinde Yemen’den Şam’a gidebilmesidir.” (**) demesiydi.

İslam tarihinde Raşit Halifeler ( Hz.Ebubekir, Hz.Ömer, Hz.Osaman ve Hz.Ali ) kendilerine Allah’ın halifesi denilmesine karşı çıkıp Peygamberin Halifesi, Müminlerin emiri denilmesini istemişler, fakat daha sonra Emeviler ve Abbasiler dönemindeki halifeler, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ünvanıyla halifenin kudret ve kuvvetinin kaynağını ilahi bir temele dayandırmışlardır. İlahi temele dayandığına inandıkları ahlaki olmayan bu gücü halka zulmetmede pervasızca kullanabilmişlerdir.

Öyleyse, soğukkanlı bir biçimde din ahlak ilişkisini yeniden düşünmeliyiz. Ahlak üretmeyen bir din anlayışının bizi kötülüklerin fetvacısı ve aracısı olmaktan kurtaramaycağını anlamamız gerecektir.

Sezai Balta

(*) Prof.Dr. Ali Bardakoğlu /Yüzleşme S.295

(**) a.g.e S.299