Peygamberimizin sevgili yeğeni Abdullah b. Abbâs'ın anlattığına göre bir gün adamın biri on dinar alacaklı olduğu borçlusunun yakasına sarılarak, “Vallahi, bana borcunu ödemeden veya sana kefil olacak birini getirmeden seni bırakmayacağım!” dedi. Borçlu çaresiz bir şekilde, “Vallahi ne borcumu ödeyecek malım var, ne de bana kefil olacak birisini bulabilirim.” diye cevap verdi. Aslında adam borcunu inkâr etmiyor ancak ödemek için kendisine süre tanınmasını istiyordu. Alacaklı şahıs onun teklifini kabul etmeyip kolundan çekti ve doğruca Allah Resûlü'ne götürdü.
Borçlu hemen söz aldı: “Ey Allah'ın Resûlü, bu adam yakama sarıldı. Ben ise ondan sadece bir ay süre tanımasını istedim. Fakat o, borcumu ödememi ya da kendisine bir kefil getirmemi isteyerek teklifimi reddetti. 'Vallahi, ne bir kefil bulabildim ne de bugün yanımda borcumu ödeyecek param var.' dedim.” Bunun üzerine Allah Resûlü ona sordu:
“Sen ondan bir aylık süre dışında başka bir şey istiyor musun?” Adam, “Hayır, bundan başka bir şey istemiyorum.” diye yanıtladı. Resûlullah,
“O hâlde ben senin borcuna kefil oluyorum.” buyurdu.
Borçlu, süre dolduktan sonra Hz. Peygamber'e söz verdiği üzere borcu miktarınca bir altın parçası getirdi. Hz. Peygamber bu altını nereden bulduğunu sorunca da bir madenden çıkarttığını söyledi. Ancak Allah Resûlü bu altın parçasını kabul etmeyerek onun borcunu bizzat kendisi ödedi.
Peygamber Efendimiz ve ashâbı arasında yaşanan bu olay, kefaletin meşru olduğunu göstermesi kadar, nasıl yapılacağına işaret etmesi açısından da önemli idi. Bu olayda, borçlu olan kişi verebileceği bir şeyi olmadığı için, alacaklı kişi de zamanı geldiği hâlde malını alamadığı için sıkıntı çekiyordu. Her ikisini de memnun edecek, rahatlatacak bir yönteme başvurulması gerekiyordu.
İhtilaf hâlindeki iki sahâbînin sözlerinden de anlaşıldığı gibi kefalet bilinen bir yöntemdi. Yaşadıkları toplumda insanlar ticarî işlemlerinde bunu uyguluyorlardı ve Allah Resûlü de bu yöntemden haberdar idi. Hatta kefalet olgusu önceki dönemlerde de vardı. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Yakub ve Hz. Yusuf Peygamberlerin kıssası anlatılırken kefaletin varlığına işaret ediliyordu. Ayrıca Peygamber Efendimiz de İsrâiloğulları ile ilgili anlattığı kıssaların birinde kefaletin varlığından söz ediyordu.
Kefalet uygulamasında, alacaklının hakkı teminat altına alındığı gibi, kefil sayesinde borçlunun sıkıntısı da giderilmektedir.
Kefalet, temelinde hasbîlik olan karşılıksız bir yardımlaşma şeklidir. Kimi zaman ticarî ilişkilerde peşin alışverişin mümkün olamaması kimi zaman da insanlar arasındaki ilişkilerde güveni temin etme ihtiyacı, bu şekilde bir uygulamayı gerekli kılmaktadır. Bir başka deyişle kefalet, iki tarafın yanına üçüncü bir şahsın müdahil olup ihtiyaç hâlindeki insanlara güç ve güven vermesi anlamına gelmektedir.
Asıl borçlunun herhangi bir şekilde ahdini yerine getirememesi durumunda kefil devreye girecek ve onun sıkıntısını giderecektir. Veyahut güven eksikliğinden dolayı borç isteyen birine yardımcı olmaya çekinen kişi, kefilin devreye girmesi ile rahat davranabilecektir. Dolayısıyla kefalet, ortaya çıkabilecek zararları ve beklenmedik mağduriyetleri gidermek için başvurulan bir yöntemdir. Bu sayede insanlar endişesiz bir şekilde, güven ve istikrar eşliğinde ilişkilerini geliştirecek, faaliyetlerini sürdüreceklerdir.
Kefalet uygulamasında kefil, kefil olunan kişi ve alacaklı arasında hukukî olduğu kadar, insanî ve ahlâkî bir bağ da kurulmaktadır. Her ne kadar bazı insanlar, “Başı ayıplanma, ortası pişmanlık, sonu da borç ödemektir.” diyerek kefil olmaktan kaçınıyor ve güya kendilerini emniyete aldıklarını düşünüyor iseler de, bizlere örnek teşkil eden sahâbe, kefaleti böyle değerlendirmemişti.
Örneğin, sahâbeden Kabîsa b. Muhârik, bir başkasına kefil olmuş, önemli miktarda borç üstlenmiş ancak ödemede zorlanınca başvurabileceği en yakın merci olarak Allah Resûlü'ne gitmişti. Durumu izah etmiş ve ondan yardım istemişti. Hz. Peygamber de ona yardımcı olacağını bildirmiş,
ardından onun şahsında ihtiyaç talebinde bulunacak olan herkese şu uyarıyı yapmıştı:
“Ey Kabîsa! İstemek ancak üç grup insan için helâldir: (Birincisi) kefil olup (veya arabulmak için diyet verip) borçlanan kimsedir ki bu parayı elde edene kadar istemesi helâldir. Borcu kapatılınca artık isteyemez. (İkincisi) başına bir musibet gelen ve bir malını kaybeden kimsedir ki hayatını sürdürebilecek kadar para bulana dek istemesi helâldir. (Üçüncüsü) fakir kalan ve fakirliği komşularından üç güvenilir kişi tarafından doğrulanan kimsedir ki onun da hayatını sürdürebilecek miktarda mala kavuşana kadar istemesi helâldir. Bu üç grup insandan başkasının istemesi haramdır ey Kabîsa! Böyle bir şekilde elde edilen malın sahibinin yediği haramdır.”
Kabîsa, zor durumda kalan birine yardım etmek için kefil olmuştu. Fakat borç üzerine kalmış ve onu ödeyememişti. Ancak o, 'Keşke bu işe hiç girmeseydim!' deyip üstlendiği borcu ödemekten vazgeçmemişti. En yetkili merci olan Allah Resûlü'ne başvurmuş, derdini anlatmıştı. Kutlu Nebî onun talebini makul karşılamış ve yardım edeceğini bildirmişti. Böylece fedakârlık yaparak insanlara kefil olanlara, beklenmedik bir durumla karşılaştıklarında destek olunması gerektiğine işaret etmişti.
Kefalet, borçlunun istemesi ile gerçekleşebileceği gibi, “teberru” yani karşılıksız bağış türünden bir muamele olarak kabul edilmesi hasebiyle kefil bu sorumluluğu kendiliğinden de yüklenebilir. Müslümanların güvenilirliği esas alındığından çoğu zaman sözlü kefalet yeterli görülmüştür. Ancak günümüzde değişen şartlara göre, İslâm açısından sakıncası bulunmayan başka güvencelerle de tarafların haklarını garantiye almak için gerekenler yapılabilir.
Nitekim hukukî bir akit olan kefalet uygulaması, İslâm tarihinde Hz. Peygamber zamanındaki şekilleriyle sınırlı tutulmamıştır. Tarafların mağdur olmaması bakımından kefaletin noter ve benzeri yazılı ve resmî yollarla yapılması, uygulamanın daha da sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesini sağlayacaktır.
Hz. Peygamber'in uygulamalarından, devlet tarafından görevlendirilen vekiller aracılığıyla da kefalet işlemlerinin mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber, kendisine yardım talebiyle aç ve açıkta kalmış biri gelirse Bilâl'e, borç para bulup onu giydirmesini, yiyecek vermesini emreder ve kendisi
de bizzat o borca kefil olurdu. Bilâl de gider, borç para bulur, bu kişilerin ihtiyaçlarını giderir sonra bu borç devlet hazinesinden ödenirdi.
Bireyler arası kefalet dostlar arasında gerçekleştiğinden, bu vesile ile bir dayanışma sağlandığı gibi, dostluk ve kardeşlik bağları da pekişir. Ayrıca bu dayanışma kişiyi Allah katında da değerli kılar. Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“...Bir insan, kardeşine yardım ettiği sürece Allah da ona yardım eder...”
Kefaletin, ticaret ve benzeri uygulamalarda söz konusu olan “sorumluluğu paylaşma” anlamının yanında “muhtaç ve kimsesizlerin bakım ve sorumluluğunu üstlenme” anlamı da vardır. Nitekim Allah Resûlü (sav),
“Ben ve yetime kefil olan (kol kanat geren) kimse cennette böyle (yan yana) olacağız.” buyurmuş ve aralarını hafifçe ayırarak işaret parmağıyla orta parmağını göstermişti.
Kutlu Nebî'nin Câbir b. Abdullah'a yardım sözü vermesi de bu anlamda bir kefaletin sonucuydu. Câbir'in babası Uhud Savaşı'nda şehit düşmüş, geriye bakıma muhtaç altı kız çocuğu ve bir miktar borç bırakmıştı. Allah Resûlü ona borçlarının ödenmesi konusunda yardımcı olmuş, fakat zaman geçtiği hâlde Câbir'in ekonomik durumu düzelmemişti. Câbir, içinde bulunduğu durumu bir gün Hz. Peygamber'in sorusu üzerine arz etmiş, Hz. Peygamber de ona, “Bahreyn'in zekât malı gelmiş olsaydı (eliyle işaret ederek) sana şöyle üç avuç verirdim.” demişti. Fakat Bahreyn'den mal gelmeden Hz. Peygamber vefat etmişti. Daha sonra halife olan Hz. Ebû Bekir, bir ilânla, “Kime Hz. Peygamber'in bir sözü veya borcu varsa bize gelsin!”diye duyuruda bulunmuştu. Bunu haber alan Câbir, Hz. Ebû Bekir'e gidip durumu bildirmiş, o da Câbir'e, Hz. Peygamber'in vaad ettiği malı vermişti.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Hz. Peygamber kefillik ile ilgili uygulamalarda, bugün çok muhtaç olduğumuz hakka saygı, yardımlaşma, dayanışma, karşılıklı sevgi ve barışın tesis edildiği toplumsal bir kardeşlik anlayışını esas almıştı. Böylelikle darda kalan insanlara yardım edildiği gibi, güven ve teminat alma ihtiyacı olan insanların da ihtiyaçları karşılanmıştı.
Kayıt ve müeyyidenin olmadığı, sadece güven ilkesi ile hareket edildiği durumlarda her zaman istismarın olması muhtemeldir. Ticarette ve insanlar arasındaki diğer sosyal ilişkilerde faydalı sonuçlara vesile olan kefaletin, tarafların mağduriyetine sebebiyet vermeyecek şekilde uygulanması gerekir. Son dönemlerde kefil olunan kişinin zamanında borcunu ödemeyip hem kefilini hem de alacaklıyı mağdur etmesi şeklindeki olumsuz tavırlara sıkça rastlanmaktadır.
Günümüzde, çaresizlikten dolayı borcunu ödeyemeyen borçlular kadar, dostuna kefil olduğu için borç batağına saplanmış, iflas etmiş, işinden, sermayesinden olmuş kefillerin sayısı da az değildir. Bu tür olumsuz örnekler ise dostlar arasında başta “güven bunalımı” olmak üzere, şiddetten cinayete kadar uzanan nice olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Her Müslüman'ın, kardeşine yardımcı olması beklenir ama kefalet sebebiyle kefilin de zarara uğramaması için elden gelen bütün çaba sarf edilmelidir.
Ayrıca kişi, altından kalkamayacağı borca kefil olmamalı, hiç kimse kefil olmaya zorlanmamalıdır. Kefalete taraf olan herkesten, sorumluluklarını bilmeleri, görevlerini en uygun şekilde yerine getirmeleri istenir. Asıl olan güven olmakla birlikte, bunun istismar edilebileceği durumlarda tarafların müşterek maslahatını korumaya yönelik kayıt ve yaptırımların dikkate alınması, kefalet uygulamasının sürdürülmesi açısından önemlidir. Kefalet bağlayıcı olduğu için taraflar arasında anlaşma sağlandıktan sonra kefilin kendisini yükümlülükten uzak tutması mümkün değildir. Kutlu Nebî'nin,
“...Kefil, borçtan sorumludur ve borcun ödenmesi gerekir.” hadisi bu duruma işaret etmektedir.