İslam Dünyası olarak insan hakları, demokrasi ve hukuk konusunda büyük bir medeniyet krizi yaşıyoruz. Müslüman çoğunluklu 50 ülkenin 45’i otoriter rejimler, sadece 5’i demokrasi ile yönetiliyor. Pek çok Müslüman ülkede din, vicdan, mülkiyet ve yaşam hakları güvence altında değil. Aynı zaman da yine bu ülkelerin vatandaşları kişi başına milli gelir, okur yazarlık oranı, ortalama yaşam standardı ve soysa-ekonomik kriterler açısından da dünya ortalamalarının çok altında yaşıyorlar.
Burada şu sorular karşımıza çıkıyor: Özellikle 8. ve 12. Yüzyıllar arasında Müslüman dünya altın çağını yaşarken; Müslümanlar pek çok büyük şehirlere, filozoflara ve bilim insanlarına sahiptiler ve Batı dünyası İslam dünyasının çok gerilerindeydi. Peki sonra ne oldu da İslam dünyası, Batı dünyasının gerisine düşüp onlara bağımlı yaşamak ve hatta sömürgeleri olmak durumunda kaldı? Sorun İslam’da olsaydı bir İbn-i Sina (980-1037), İbn-i Haldun (1332-1406), Farabi (872-950), İbn-i Rüşd (1126-1198) gibi flozofları/bilim adamları olurmuydu/yetişirmiydi?
Batı dünyası 17.Yüzyılın ikinci yarısı ve 18. Yüzyılda Aydınlanma dönemini, 19 Yüzyılda İngiltere’den başlayıp tüm Avrupa’da Endüstri/Sanayi devrimini gerçekleştirirken, İslam dünyası bütün bunları neden gerçekleştiremedi? İslam düşünce tarihinde bir Aydınlanma dönemi neden yaşan(a)madı?
Yazımızın konusu tarihi ve teolojik kaynaklara dayanarak bu sorulara cevap aramak olacaktır. Bunun için önce Batı’yı Ortaçağ’dan alıp Aydınlanma ve Sanayi Devrimi süreçlerini inceleyip gelinen sonuçların İslam dünyasında neden olamadığını sorgulamaya çalışacağız. Tabii bunu, makaleme ayrılan alanın sınırlarını göz önüne alarak detaylara girmeden yapmaya çalışacağım.
Avrupa’da Orta Çağ’da Siyasal Düşünce ve Kilise:
Ortaçağ dönemi genel olarak M.S. 395-1453 yılları arasındaki yaklaşık olarak bin yıllık bir zaman dilimi olarak kabul edilir. Ortaçağ’ın sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki düzenini belirleyen sistem Feodalitedir. Feodal ekonomik düzen genellikle kapalı tarım ekonomisidir.
Kilise dinsel ve manevi değerlere hizmet eden bir kurum olmaktan çok, ekonomik bir güç konumundaydı. Genel yoksullaşmayı ve sosyal sınıfların varlığını hoş görüyordu. İnsanlar bu dünyada geçiciydi, asıl amaç öbür dünyadaki sonsuz mutluluğu hazırlamaktı, hedef bu dünyada zengin ve güçlü olmak değil, fakat öteki dünyada mutlu yaşamı hak edebilmekti. Yoksulluğun da elbet bir nedeni, hikmeti vardı, yoksulluğa karşı isyan etmek ya da zenginliğe haset etmek, zenginlik tutkusuna kapılmak ise günahtı.(1)
İncil’in dili olan Latinceyi neredeyse sadece kiliseler biliyordu. Halk bir yana, yalnızca birkaçı dışında kralların ve soyluların bile okuma yazma bilmediği toplumda resmi belgeleri, sözleşmeleri, antlaşmaları hep rahipler düzenliyordu. Buda onlara ayrıcalık ve üstünlük sağlıyordu. Kilise kendisini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edip, krallıkların (devletlerin) üstünde görüyor ve birçok alanda onları yönlendiriyor, içişlerine karışıyordu.
Devlet-Kilise gerginliğine rağmen, Orta Çağ dünyasının kendini her şeyden önce bir Hıristiyan dünyası olarak görmesi, imparatorlarla papalar arsında ikide birde patlak veren güç kavgalarının toplumun dayandığı dini temelleri sarsmamıştır. Bu yüzden, Kilise’ye karşı yürütülen bu savaşın aynı zamanda Hıristiyan inancına da karşı olduğu sanılmamalıdır. Bu savaş Hıristiyan dinin kendisine karşı değil, fakat dini, başka bir deyişle de Tanrı’yı arkasına alarak siyasal güce ve bu nedenle de devletler üzerinde yetki sahibi olduğunu öne süren Papalık’a karşıydı.
Bu savaşın uzun vadedeki sonuçları arasında laiklik kavramının gelişmesi yer alacaktır.(2)
Aydınlanma Çağı Nedir? Bize Neyi Anlatır?
Aydınlanma, kavram olarak insanlığın “Ortaçağ Karanlığından” kurtulması ve düşüncelerini özgürce açıklaması hakkına sahip olmasıdır. 18. Yüzyılın egemen olan dünya görüşü kavramsal çerçevesini; akıl, doğa ve ilerleme olarak belirlemiştir. Bu çağın en belirgin vasfı ,insan aklının ön plana çıkmaya çabaladığı bir dönemdir. Bu yüzyılda, aklın her şeyi başarabileceğine inanç, bir dogma haline gelmişti.
Aydınlanma, Avrupa’da üç ayrı merkezde ortaya çıkmıştır: İngiltere, Fransa ve Almanya.
Aydınlanma’nın kavramsal olarak ilk ve en derinlikli biçimde Almanya’da ele alındığı söylenebilir. Nitekim, “Aydınlanma’nın ne olduğu” sorusuna, onu anlamlandırmak amacıyla verilen ilk yanıtın Almanya’da Kant’tan geldiğini ve Aydınlanma konusunda çoğu yorum ve değerlendirmenin büyük ölçüde Kant’ın yanıtı üzerinden sürdürüldüğünü söylemek yanlış olmaz.(3)
Kant, “Aydınlanma nedir?” adlı makalesinde, Aydınlanma’nın tanımını akıla endeksli olarak yapar: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır.”der.(4)
Ergin olmayıştan kastettiği ise, insanın kendi aklını kendi iradesi ile kullanmayıp, bir başka aklın klavuzluğuna terk etmesidir.
Kant’ın, “Aklını kendin kullanmak cesaretini göster.” çağrısı bu çağa damgasını vuran en belirgin özelliktir. O bir yandan da Aydınlanma’nın, özellikle de materyalizmi ve ateizmiyle seçkinleşen Fransız Aydınlanma’sının tek yanlılığının tehlikelerinin farkında olan, kuru bir bilimciliğin değer alanını tümden tahrip edeceğini gören bir Aydınlanma eleştirmenidir. Dolayısı ile o sadece bilimi temellendirmekle kalmaz fakat dini ve ahlaki yaşamı da korumaya bütün içtenliği ile çalışır. Onun meşhur “inanca yer açmak için bilgiyi sınırlandırdım.” deyişinin samimiyeti işte bu perspektiften değerlendirilmelidir.(3)
Kant öncesi Aydınlanma Tanrı’yı inkar etmemiştir; ama Tanrı’yı hayatın dışına çıkarmış ve onun yerine akılı koymuştur. Oysa Kant’ın anlayışında Tanrı, akla yabancı bir otorite değil, aklın elinden tutan bir rehber olarak görmesidir.(4)
Gerçekten de Fransız Aydınlanma’sının önerdiği rasyonalizm dinin reddedilmesi ile ancak mümkündü. Ne var ki burada şunu hatırlatmak gerekiyor. Fransız Aydınlanma’sı tek Aydınlanma modeli değildir. Amerikan ve İngiliz Aydınlanma’ları dinin reddedilmesinin zorunlu kılmadığı Aydınlanma modelleridir.
Aydınlanma teorisinin ikinci önemli ayağı; Doğada aklın anlayacağı bir düzenin var olmasıdır. Doğaya ve fiziğe ait yazdıkları ile neredeyse Hıristiyan teolojisini sarsan Newton inançlı bir Hıristiyan’dı. Newton bir yandan rasyonalizmin pratik temellerini atmakta, diğer yandan aklın açıklayabileceği kurallar üzerine devinim eden bir evrenin var olduğunu ispatlamaktaydı. Ancak bütün bunlar Newton’da bir inançsızlık olarak olarak sonuçlanmadı. Bütün bunlar Aydınlanma’nın mutlaka Tanrı’yı reddetmeyi gerektirmediğinin ispatıdır.(5)
Bütün bu yazdıklarımızda kilit kavram, ‘AKIL’dır. Ama kendisini başka aklın klavuzluğuna teslim etmeyen ‘ÖZGÜR AKIL’. Ve özgür aklın ürettiği; Demokrasi, hukuk, insan hakları, bağımsız yargı, sağlıklı işleyen kurumlar ve kuvvetler ayrılığı.
“Benzer şeyler İslam Dünyasında neden olmadı?”
ABD’li yazar Robert R. Reilly yazdığı bir kitapda, buna Müslaman zihninin kilitlenmesi diyor. Aynı kitaba takdim yazısı yazan Roger Scruton’un tespitleri şöyle: “Kökleri bir yandan Ortadoğu dinlerine, bir yandan Grek kültürüne ve Roma hukukuna uzanan Batı medeniyeti ikibin yıl boyunca binlerce değişime uğrayarak gelişti; yeni kurumlar yeni yasalar, yeni siyasi düzen formları, yeni bilimsel teoriler ve sanatta yeni uygulamalar ortaya koydu. Ve yeni tecrübelerin geliştirdiği bu gelenek, özgür düşünceye , Aydınlanmaya, Demokrasiye ve toplumsal düzen biçimlerine yol açtı.
Ve arkasından Roger Scruton şu can alıcı soruyu soruyor:
“Benzer bir şey İslam dünyasında neden olmadı?”(6)
Bir sonraki yazımızda bu soruya cevap arayacağız.