Aslında Almanya, Osmanlı Hükümeti’nin tehcir kararını almasında etkili olmuştur. Bu konuya da aşağıda değineceğim.
Yazımın başlığı konusuna da kısaca değinip bu konunun aslını esasını ele alalım. Ermeni çetelerin, deyim yerindeyse ‘gözünü kan bürüdüğü ‘ bu dönemde ‘kırmızı’ renk bir başkaldırı sembolü olmuştur. Ermenilerin kendi aralarındaki mesajlaşmalarında kullandıkları ve yeşile İslam, kırmızıya Ermeni anlamı yükleme çabası, resmî makamların dikkatinden kaçmamıştır.Merzifonlu Şehbenderyan ‘Yeşil Kuş Kırmızı Aslan ipliklerinden 30 denk gönderiniz’ mesajını ,İstanbul ‘dakiAbranosyan’agöndermiştir.Bu markalı ipliğin olmadığını biliyoruz.
Ermenilerin Osmanlı idaresi altındaki yaşamları hakkında pek çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Osmanlı’nın kendine özgü toplumsal örgüsü içinde öteki Müslüman olmayan topluluklar içinde önemli bir yer tutan Ermeniler, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethini müteakip, burada -Rum ve Yahudi toplulukları için de olduğu gibi- bir Ermeni patrikliği oluşturması ile yükselme devri Osmanlı siyasal ve toplumsal örgüsü içindeki yerini alırlar. Cemaatlerin dinî hayat ve kiliseyi ilgilendiren konular dâhil olmak üzere, devletin gözetimi ve ön gördüğü kanunlar dâhilinde yönetilme sistemi, zaman içinde olgunlaşmıştır. Bu anlamda patriklerin ilk zamanlarda belirli bölgelerde geçerli olarak, öbür yüksek ruhban tarafından paylaşılan otoriteleri, giderek her tarafta geçerli olmaya başlamıştır. Bu otoritenin, devlet müdahalesinden tamamen uzak ve bağımsız olduğu tarzında yapılan izahların ve dinî grupların bu anlamda yürüttükleri mülkî ve dinî İdarî işlevlerinin belirtilmesinde kullanıla gelen Millet Sistemi adı altında tanımlanmasının, isabetli olmadığı açıktır.
Böyle olmakla beraber, Rum ve Yahudi cemaatleri/milletleri yanında Ermenilerin de hukukî statüleri, bu sistemin köklü değişiklere uğradığı 1856 Islahat fermanına kadar, hemen hiç değişmeksizin kalmıştır. Millet Sistemi olarak isimlendirilecek bir sistem, en nihayet 1856 Fermanı’nın ön gördüğü düzenlemeler dahilinde özellikle Millet Nizamnameleri’nin kabul edilmesiyle gerçek anlamda oluşmuş, böylece cemaatler kendi kilise ve sivil meclislerinin idaresi altında özerk bir yapı haline getirilmişlerdir. Bu İdarî sistem klasik dönemlerde, temellerini Müslüman bir devlet içinde yaşayan Müslüman olmayan unsurların, İslam hukukunun tanıdığı şartlar dahilinde, yani zımmî hukuk ile yönetilmesi esasına dayanmaktaydı.
Hıristiyanlık, Yahudilere yönelik olarak dinî baskıların her zaman görülebildiği keyfi bir tolerans anlayışının şekillendirdiği bir himaye bahşederken, içinden doğduğu bu dine karşı, şüphe ile bakmış ve onu bir tehdit olarak algılamıştır.
İslamiyet’e gelince, her iki dini de tanmış ve bu din mensuplarına, hukuki bir alt yapı sağlamıştır. Buna da genel olarak “zimmet/zimmi hukuku” denmiştir. Bu sistem idarecilere, ister Hıristiyan ister Yahudi olsun, bütün “kitap ehli” gayrimüslimlere, Kur’an’ın emrettiği şekilde davranmayı, bunun dışına çıkmamayı zorunlu tutmuştur. Gayrimüslim tebaalarına tahammül ederek, onlarla birlikte yaşama pratiği geliştirmelerini sağlamıştır. Kolayca anlaşılacağı üzere, burada hoşgörü/toleransın keyfiliği değil, şeraitin/hukukun bağlayıcılığı söz konusudur. İşte Osmanlı toplumunda birlikte yaşama anlayışının beslendiği temel kaynak, bu hukuk sisteminin doğrudan kendisidir. Klasik dönemlerde Müslüman olmayan halkın/reayanın, devletin sıkı kontrolü altında mensup oldukları kiliseleri aracılığıyla idaresi ve devlete ait vazifelerin keza kiliseler eliyle yerine getirilmesi, temelde özgün bir sistem olarak gelişti ve uzun zamanlar işlerliğini koruyarak yaşadı. Böylece, Osmanlı idaresi altındaki Müslüman olmayan topluluklar, İslam’ın öngördüğü dinî serbesti ve devletin izin verdiği kadarıyla kilise idaresinin özerkliği içinde, bağımsız olarak toplumsal ve kültürel yaşamlarını tanzim etme ve geliştirme imkânını buldular. Başta Rum patrikhanesi olmak üzere, Yahudi ve Ermeni kilise örgütünün Osmanlı idaresi altında, Bizans devrinde tanımadıkları bir serbestliğe ve yine Bizans devri ile kıyaslanamayacak derecelerde genişleyen İdarî bir coğrafyada, geniş bir nüfus ve cemaat artışına mazhar oldukları ve bunun ancak Osmanlı idaresinin kendine özgü özelliklerinden ötürü İmkân dâhiline girdiği gerçeği artık tartışılmamaktadır. Sistemin sorgulanması ve yeniden düzenlenmesi, kiliselere ve patriklere cemaatlerin idaresinde daha geniş pay verilerek nüfuzlarının arttırılmasına ihtiyaç duyulması, 18. yüzyılın sonlarına doğru giderek daha büyük bir tehlike olarak algılanan, misyonerlik faaliyetlerinin artmaya başlamasının sonucu olmuştur.
18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlı sisteminin, devletin içinde bulunduğu zafiyet ve bir dizi ağır askerî yenilgilerle çözülmeye ve çökmeye yüz tuttuğu bilinmektedir. Bu durum, yalnız Müslüman olmayanları değil Müslüman topluluğu da aynı derecelerde etkilemiş ve 19. yüzyılın başında hız kazanan ve hayatî bir gereklilik arz eden, devletin yemlenme ve yeniden yapılanma girişimlerinin yarattığı sarsıntılar, bir yüzyıl boyunca etkisini toplumun her kesimine hissettirmiştir. 19. yüzyılda Osmanlı toplumsal yapısının çözülmesi ve nihayet çökmesinin, Avrupa büyük devletlerinin dünyayı bölüşme ve bir sömürge haline getirme politikalarından soyutlanmış olarak ele alınamayacağı gerçeğini, bu devletlerin Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman olmayan topluluklara karşı takip ettikleri politikada izlemek mümkündür. Ermeni meselesi, imparatorluktan ayrılma yollarını bulan Balkanlardaki Rum, Sırp, Bulgar ve Romen bağımsızlık eylemlerinden farklı bir özelliğe sahip olmamakla beraber, en nihayet Anadolu’nun da bölünmesi ve paylaşılması tehlikesini gündeme getirmiş olması yönünde, bunlardan ayrılmaktadır.
Misyonerlik faaliyetleri sonucunda Ermeni ana kilisesinin parçalanmasının, Avrupa güçleri tarafından gerçekleştirildiği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Osmanlı idaresinin bu girişimlerde ana kilisenin yanında ve onun bütünlüğünün korunması istikametinde yer almış olması, yalnızca sistemin bir gereği olmakla kalmıyor, aynı zamanda yabancı müdahalelere yol açacak girişimlerin önlenmesi amacını da taşıyordu. 17. yüzyıldan itibaren yoğunlaşan misyoner faaliyetleri neticesi olarak Katolikleştirme, ana kilisenin mücadele ettiği bir konu olmakla beraber, 1830’da başarı ile sonuçlandı. 1828/29 Rus Harbi’nden yenik çıkmış olan Osmanlı Devleti, Fransa ve Avusturya gibi Katolik güçlerin baskılarına daha fazla dayanamayarak, ana kilisenin parçalanmasını kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Meydana getirilmiş olan cemaat ayrı bir millet ve ayrı bir patrik idaresi altında, müstakil bir kilise olarak tanındı. Bununla beraber ana kilisenin parçalanma süreci sona ermedi. 1850’de İngiltere’nin önderliğindeki güçler, Protestan Ermeni Cemaati’nin de oluşturulmasında başarılı olarak, ana kilisenin bir kez daha bölünmesine yol açtılar. Parçalanan Ermeni milleti, kendi arasında mezhep çatışması yaşarken, doğumlarını sağlayan Avrupa güçleri için bunlar, diğer Hıristiyan kesimlerle beraber, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale etmenin ve parçalanmanın başlıca aracı oldular.
1839 Tanzimat fermanı ile başlayan devir, devletin toplumsal yapısında geçerli olan ve meşruiyetini İslam hukukundan alan kamu hukuku, özel hukuk ve ceza hukuku alanlarında Müslüman ve Müslüman olmayan kitleler arasındaki eşit olmama halini gündeme getirdi. Bu iki kitlenin eşitliği 1856 Islahat Fermanı ile kesin olarak sağlandı ve uygulanmaya başlandı. Müslüman olmayan kesimlerin zımmi hukuk kapsamı dışına çıkan iması, devletin yeniden yapılanması alanında önemli bir adım olmakla beraber, böyle bir kararın alınmasındaki 1853-56 Kırım Savaşı süreci ve Paris Antlaşması’na gidilen yolda oluşan dış baskı boyutu, toplumsal kargaşa ve huzursuzluğun tohumlarını attı ve nihayet uygulamanın oluşturduğu tepkiler, Müslim ve Müslüman olmayan kesimler arasında zıddiyet ve kanlı çatışmaları beraberinde getiren bir sonuç doğurdu.
Patriklik hukuku ve cemaat idaresinin 1856 Fermanı uyarınca yeni bir düzene kavuşturulması, sivil cemaat meclislerinin oluşumuna imkân verilmesi, klasik uygulamaların sonu ve yukarıda belirtildiği üzere millet sistemi tanımlamasına hak verecek olan yeni bir toplumsal düzenin başlangıcı olurken, Müslüman olmayan kesimler üzerindeki büyük devletlerin yönlendirmesi ve müdahalesi kuvvet buldu. Bu gelişmenin merkezî hükümetin bu kitleler üzerindeki yaptırım gücünü zayıflatması, çözülme ve parçalanmaya yeni bir boyut ve hız kazandırdı. Nihayet, kiliselerin ruhanî otoritelerini kullandığı coğrafya, göze kestirilen millî coğrafyaların da sınırlarını belirledi.
İmparatorluğun dağılmasına giden yolda 1877/78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın bir dönüm noktası olduğu tartışılmaz. Balkanlarda yeni devletler oluştuğu ve ilk fethedilen toprakların kaybıyla Rumeli’nin çözüldüğü ve buralardaki Türk hakimiyetinin çöktüğü, yüz binlerce Müslüman ahalinin yerinden oynadığı ve katledildiği bu savaşta, Ruslar İstanbul önlerine, Yeşilköy’e kadar ilerlediler ve Doğu Anadolu’yu da işgalleri altına aldılar. Savaş, Ayastefanos’ta (Yeşilköy) dikte ettirilen anlaşmayla sona erdi. Karadeniz’den Sırbistan’a, Tuna’dan Ege’ye kadar uzanan ve Makedonya’yı içine alan -ancak içini dolduracak kadar Bulgarı olmayan- bir Büyük Bulgaristan devleti oluşturulması yanında, Romanya, Sırbistan ve Karadağ müstakil birer devlet haline getirilerek Osmanlı dünyasından ayrıldılar. Makedonya’nın (Selanik, Manastır ve Üsküp vilayetleri) elden çıkması, Arnavutluk ile karasal irtibatı kesti. Bosna ve Hersek Avusturya-Macaristan idaresine bırakıldı. Özellikle Büyük Bulgaristanın kurulması ve Osmanlı topraklarının yalnızca Rusya’nın çıkarları doğrultusunda taksimi, meseleyi genel bir Avrupa savaşı tehlikesine dönüştürdü ve taksimin Avrupa dengelerine uygun bir şekilde yeniden yapılması Berlin Kongresi’nde gerçekleşti.
Gerek Ayastefanos ve gerekse Berlin antlaşmaları, Ermenilerin arzularını bu büyük antlaşmalara taşıdı ve devletlerarası bir konu haline getirdi. Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde Ermeniler lehinde reform yapılması vaadi ve bunların devletlerarası hukukta bağlayıcı bir niteliğe büründürülmesi, nihayet Anadolu’da da bağımsız bir Ermeni Devleti kurulması yönündeki Ermem isteklerinin terör bağlantılı silahlı eylemlere dönüşmesinde ve böylece Avrupa’nın müdahalesinin sağlanması hedefinin takibinde etkin bir rol oynamıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren reform, anahtar bir sözcük haline geldi. Kelimenin ıslahat anlamındaki kapsamı; Osmanlı idarecileri için, devletin ayakta kalması amacıyla yapılması zorunlu bir takım düzenlemeleri içerirken, Müslüman olmayan kesimler için bu kelime, millî amaçlarına büyük devletlerin müdahaleleri ile erişmeyi sağlayacak bir vasıta olarak görüldü ve kötüye kullanıldı. Reform; imparatorluğun çözülmesinde devletlerarası hukukta yerini almış bir müdahale aracı olarak, Osmanlı idarecilerinin direnme noktası haline dönüştü ve imparatorluğun reforme edilmesi, çözülme ve parçalanması ile eş anlama geldi.
Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı altı vilayette (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas, Mamuretülaziz/Harput), Ermeniler lehinde reform yapılmasını öngörmekteydi. O zamanki idari taksimatın bu altı vilayeti; günümüzdeki Erzurum, Erzincan, Van, Ağrı, Elakkari, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Elazığ, Mardin, Bingöl, Malatya, Sivas, Amasya, Tokat ve kısmen de Giresun vilayetlerini içine almaktaydı. Reform, Balkanlardaki daha önceki uygulama ve örneğe uygun olarak, Osmanlı idaresini tamamen zayıflatmaya ve bir sonraki aşama olan özerklik ise, devletten ayrılıp, bağımsız olmaya giden yolun başlangıç noktasını teşkil etmekteydi. Büyük Devletleri arkasına alma, Avrupa ve giderek daha etkin bir şekilde sahnedeki yerini alan Amerika kamuoyunun desteğini sağlama, takip edilen bu yolun en önemli yöntemiydi.
Bunun gerçekleşmesi; terörist metotlarla ve suçu karşı tarafa atmak üzere, kendi halkını katletme pahasına da olsa, kanlı eylemlere girişmek suretiyle olmuştur. Müslüman komşularını vahşi saldırılar akabinde mukabeleye çekmek ve karşılıklı kıtalleri, Avrupa’ya Hıristiyan katliamı olarak takdim ederek, bunların acilen müdahale ve yardımlarını temin etmek, oynanan oyunun değişmez kurgusuydu.
Ermeni ihtilal ve terör komitelerinin kanlı faaliyetleri, 1890’lı senelerde had safhaya vardı. Muş-Diyarbakır yörelerini kapsayan Sason bölgesinde, 1893- 94 yıllarında çıkartılan olaylarla, Avrupa’nın dikkatini çekip, müdahalesinin sağlanması amaçlandı. İstanbul da meydana gelen 1895 Olayları ve ertesi yıl Osmanlı Bankası’nın basılması, meseleyi doğrudan başkentte, kanlı bir şekilde yeniden gündeme getirdi. Sonraki yıllarda Ermeni terörü ve Müslüman ahaliye karşı uyguladığı kanlı kıtal, sürüp gitti. Terör, sonunda en üst düzeyde II. Abdülhamit Han’ı hedef seçti ve 21 Temmuz 1905’te, Cuma Selamlığı esnasında, kendine bombalı bir suikast tertip edildi.
Bu tür gelişmeler karşısında hükümetin; kanlı terör eylemlerine karşı zaptiye tedbirleri almasının, huzur, asayiş, can ve mal güvenliğinin temini için kuvvet kullanmasının, Avrupa ve Amerika’da Hırıstiyanlara karşı işlenen bir mezalim ve kıtal olarak aksettirilmesi ve bütün suçun Müslümanlar üzerine atılarak Hıristiyanların daima zulme uğramış, mağdur ve günahsız bir kesim olarak takdimi ve Müslümanlar arasında katledilen geniş kitleleri görmezlikten gelerek, abartılı Hıristiyan kayıplarının tartışmasız bir gerçek gibi kabul edilmesi, Ermeni meselesinin özünü oluşturdu.
Anadolu’nun parçalanması ve burada bir Ermeni Devleti oluşturulması planları, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki aylarda ciddi bir boyut kazanmıştır. İtalyan ve Balkan savaşlarından yenik ve bitkin çıkan devlet, büyük devletlerin Ermeni meselesinin halli, dolayısıyla reform zorlamasıyla karşı karşıya kaldı. Rusya’nın baskısı ve İngiltere ile Fransa’nın da iştirakiyle, Berim Antlaşmasının ilgili maddesinin uygulanması kesinlik kazanıyordu. Ermenilerin yaşadığı altı vilayetin iki büyük idari gruba ayrılması; ki birinci grup Erzurum, Trabzon Sivas ve ikinci grup Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır’dı, başlarına iki yabancının genel müfettiş olarak tayini ve bunlara, valiler dahil tüm memurların atama ve azil hakkının tanınması; Kürt kuvvetlerinden oluşan Hamidiye Alaylarının ilgası, Ermenice’nin Kürtçe ve Türkçe yanında üçüncü bir dil olarak kabulü, dolayısıyla bu vilayetlerde Türk ve Kürtlerden oluşan Müslüman çoğunluğa kıyasla genelde daha az bir nüfus oluşturan Ermenilere eşit oranda ve uluslar arası garantide üstün haklar verilmesi, bölgenin denetiminin nihayet elden çıkması anlamına gelmekteydi.
Bu durum, Rusya ile yapılan 8 Şubat 1914 tarihli ikili antlaşmanın gereği olarak devletlerarası hukukta geçerlilik kazanan, bir “devlet belgesi” halinde düzenlendi. Böylece Ermeni reformu; nihayet başarıya ulaştırılmış, uzun zaman sürüncemede bırakılan Berlin Antlaşması’nın bu konu ile ilgili hükümleri tam olarak hayata geçirilmiş oluyordu. Ermeni reformunun tatbik safhasında Dünya Savaşı patlak verdi. 1914 senesi içinde Almanya’ya yanaşılması ve Almanya yanında savaşa girilmesinde, Anadolu’nun parçalanması istikametinde hayati bir aşamaya erişen Ermeni meselesinin, önemli bir rol oynadığı kesindir.
Birinci Dünya Savaşında bütün cephelerde savaşan Osmanlı Devleti, doğuda Rus ve Ermeni kuvvetleriyle mücadele etti. Rus cephesinde Sarıkamış felaketiyle oluşan zafiyetin daha da tehlikeli bir hale getirdiği ve bölgedeki Ermeni nüfusa karşı mevcut olmayan güven meselesi, müttefiklerin Çanakkale Boğazı'na 1915’te yaptıkları büyük saldırı esnasında, bütün vahametiyle gözler önüne serildi.
Bölge Ermenilerinin Ruslarla işbirliği içine girmeleri, daha 1828/29 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde tespit edilen bir husus olmuştur. Nitekim dönemin Van Muhafızı, 1828 senesi içinde İstanbul’a gönderdiği mektuplarda, düşmanla iş birliğini önlemek ve bölge güvenliğini sağlamak açısından zorunlu bir tedbir olarak, Ermenilerin daha iç bölgelere nakledilmesini ve sınır bölgelerine Türkmen aşiretlerinin iskân edilmesinin gerekli olduğunu gündeme getirmiş bulunuyordu. Bu teklif, devlet için tehlike oluşturacak kritik bölgelerdeki halkın askerî nedenlerle daha iç bölgelere nakledilmesi gerekebileceğini örneklerken, yüz sene sonraki aynı kaygılarla ortaya çıkacak olan ve üzerinde çok tartışılan benzer bir uygulamanın meşru mesnedini de gözler önüne sermektedir.
27 Mayıs 1915 tarihli olarak hazırlanan; Rus ve Çanakkale cephelerinde yoğunlaşan kanlı mücadeleler esnasında, uzun zamandır Ruslarla işbirliği ve bağlı olduğu devletine açık ihanetleri tartışmasız bir gerçek olan Ermenilerin, kritik bölgelerden daha iç kesimlere 'sevk ve iskân edilmesiyle ilgili olarak çıkartılan ve Tehcir Kanunu adıyla bilinen kanunun ikinci maddesi, aslında yüz sene önceki Van muhafızının teklif ettiğinden fazla bir şey getirmemektedir:
“Ordu, Kolordu ve Fırka komutanları askeri gerekçelerden veya casusluk ve ihanetlerini hissettikleri köy ve kasaba ahalisini, birer birer veya topluca diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler.”Van muhafızının yaptığı teklif, 1915’te çıkartılan kanunu, “Ermeni halkını kırıma uğratmak için” düşünülmüş bir bahane ve bir vasıta olarak görmenin yanlışlığını da, ortaya koyabilecek kuvvettedir.
İşgale uğrayan bölgelerde; Rus-Ermeni karışımı kuvvetlerin ve özellikle Müslümanların tamamen ortadan kaldırılmasını, dolayısıyla bir etnik temizliği öngören Ermeni çetelerinin sürdürdükleri katliamlar, bölgedeki Müslümanahalinin yollara dökülmesine, büyük kayıplar verilmesine yol açmış ve cepheİlerisi ve gerisindeki karşılıklı kırım, bir "sivil savaş" haline dönüşmüştür.
Müslümanlar ile Ermeniler arasında cereyan eden bu mücadele, ölen ve günümüze kadar propaganda malzemesi olarak kullanılagelen mübalağalı Ermeni nüfusundan, çok daha fazla oranda bir Müslüman nüfusun ölümüne ve kaybına yol açtığı ise, dikkatlerden özenle kaçırılmıştır ve sözü edilmemektedir. Öyle ki; Anadolu’da 1914-22 arası Müslüman kaybı, toplam nüfusun % 18’i olmak üzere 2,5 milyon olup, Bitlis, Van ve Erzurum gibi vilayetlerde ise bu oran % 62’ye, yani 612 bin 610’a varmaktadır.
Aslında Ermenilerin başka mahallere nakledilmesi fikrinin, Alınanlardan çıktığı ciddî olarak ileri sürülmüştür,
Yola çıkartılan Ermenilerin daha iyi korunması için Alman askerinin tahsis edilmesi gibi düşünceler de dile getirilmiş, ancak cephelerdeki sıkışıklık sebebiyle, bunun mümkün olamayacağı görülmüştür. Alman elçisi Baron vonWangenhemr’in, Ermeniler için müdahalede bulunulması ricalarını reddettiği ve Türk hükümetinin aldığı tedbirleri ve bunun uygulanmasını onayladığı da bilinmektedir. Ona göre; savaşın başarılı bir şekilde sürdürülmesi esastır ve bu hedef için her vasıta normaldir, tehcir uygulaması Alman çıkarları doğrultusunda ortaya konulmuştur.
Ermeniler, Türklerin fanatik düşmanı ve İtilaf Devletleri’nin dostlarıdır. Dolayısıyla Alman planlarının uygulanmasında, tehlikeli bir engel teşkil etmektedirler. Bu yüzden onların, inşa halindeki Bağdat Demiryolu hattı boyunca yerleştirilmek üzere, Mezopotamya’ya nakli öngörülmekteydi.Nitekim Ermeniler, bu düşünce doğrultusunda ve özellikle de bu istikamete sevk edilmişlerdir. Bu esnada pek çok ordu komutanlığı ve kurmaylık vazifeleri yanında, özellikle Türk Orduları Genelkurmay Başkanlığında Alman generali FriedrichBronsartvonSchellendorfun bulunduğu (1913-17) ve onun ayrılmasıyla ElansvonSeeckt (1917-18) ve askerî harekat planlaması dışında, savaşın büyük ölçüde teknik hizmet, silah, mühimmat ve para hususlarında Alman yardımıyla yürütülmekte olduğu ve cephelerin genel Alman askerî harekatına hizmet etmek üzere açıldığı, dikkatlerden kaçmamalıdır.
Ermeni meselesinin, her iki taraf için büyük insan kıyımına yol açtığı bir gerçektir. Bunu, imparatorluğun yıkılış anındaki bir savaşta meydana gelen bir facia, bir boğazlaşma ve bir iç savaş olarak kabul etmek lazımdır. Dünya Savaşı esnasında Ermenilerin başına gelen, 1877/78 ve 1912/13 savaşlarında Balkanlar’da, Makedonya ve Rumeli’de Müslümanların başına gelenlerden farklı değildir.
Tarihsel süreci ve nedenlerini dikkate almadan, Emıenilere suçsuz ve mazlum rolü oynatarak, sahneye, sanki her şey sebepsiz ve durup dururken olmuş gibi yalnızca 1915 Olaylan’nı çekip çıkartmanın ve tarihin karşı tarafa da yüklediği sorumluluğu görmezden gelerek, son zamanlarda sıkça tekrarlandığı üzere, meselenin ayrıca “vicdanî” bir sorumluluk olarak kabullenmenin gerektiğini ileri sürmenin, insaf ve hakkaniyet ile ilgisi olmadığı açıktır.
Ermeni tezleri doğrultusunda işlenen vicdanî sorumluluk temasıyla, mesele tek taraflı iddiaların "ağlama duvarı" haline getirilmiştir. Ancak, duvarın arkasında yer alan 1877/78 ve Balkan Bozgunları’ndan bu yana ortadan kaldırılan, en az 5 milyonluk ve 1915’de abartılı en üst rakamıyla verilen Ermeni zayiatının çok daha üstünde katliama tabi tutulan bir Müslüman/Türk nüfus için, vicdanî sorumluğun kimin tarafından taşınacağı sorusuna hiç değinilmemektedir.
Konuya katliam ve soykırım anlamında yaklaşanların, meseleyi iki taraflı olarak düşünmeleri ve tartmaları gerekmektedir.Günümüzde Ermeni meselesi, çarpıtılan tarihten tek taraflı sorumluluklar çıkartarak, Türkiye’nin zor durumda bırakılmak istenmesinin ve ayrıca diaspora Ermeni kimliğinin korunmasının, maddî getirisi olan bir aracı haline getirilmesidir. Geçen yüzyılda Büyük Devletlerin, dünyayı sömürgeleştiren büyük devlet politikalarının piyonu olma halinin günümüzde de devam etmekte olduğu, açıkça görülmektedir.
Tarihsel hafızanın ise, yalnızca karşı tarafa mahsus olmadığı ve Mora’dan Kırım’a, Balkanlar’dan Kafkaslar’akadar uzanan bir coğrafyadaMüslüman/Türk halkın uğramış olduğu, unutulmuş kırımların tekrar hatırlanmasına ve özellikle genç nesillere aktarılmasına yardım etmekte olması, ısrarla gündemde tutulan bu meselenin en önemli neticelerinden biridir.
Anadolu’daki Ermeni-Müslüman çatışmasının Avrupa’da çokça propagandası yapıldığı gibi, Hıristiyanlığın ilk devirlerinde yaşadıkları zulmü hatırlatacak bir “Hıristiyan Takibatı” olayı olmadığı ve bunun, “son ve kanlı bir kurtuluş denemesi yapmadan öldürülmek istemeyen eski ve büyük bir imparatorluğun bir ölüm-kalım savaşı” olduğu ve Türklerin var olma mücadelesi vermekte ve bir “meşru müdafaa” hali içinde varlıklarını korumak mecburiyetinde bırakıldıkları, bu meselenin göz ardı edilen noktalarıdır.
Büyük devletlerin takip ettikleri, bölgesel nüfuz sağlamak, siyasî ve ekonomik üstünlük kurmak amacıyla yürüttükleri çeşitli misyonerlik faaliyetleri neticesinde, Şark’ın ilk Hıristiyan kiliselerini çökerten, ruhanî ve dünyevî dokuyu tahrip eden, Hıristiyan kardeşlerinin ana kiliseleri dahil olmak üzere, siyasî ve yönetsel bütünlüğünü acımasızca parçalayan ve asırlardır bir arada yaşayan insanları birbirlerine düşürerek, onları hem de bilinçli olarak kanlı- bıçaklı bir hale getiren emperyalist politikalarındaki mesuliyet payı ve bu politika uğruna işledikleri insanlık suçları ise, hiç sorgulanmamaktadır.
Tarih muhasebesinin defterini ellerinde tutan ve bunu kendi çıkarları doğrultusundaki kayıtlarla dolduran Büyük Devletler’den; bu sorgulamayı yapmadan Ermeni meselesinde son sözü söylemek, hala muhasebecinin kurgusuna uyma bilinçsizliği içindeki mazlumların, birbirlerine kan davası güttükleri tarihsel yanılgıya katılmaktan başka bir şey ifade etmez.
Sonuç olarak bazı temel konuları belirleyecek olursak:
1) Ermenilerin tehcirinin baş sorumlusu, emperyalist batılı devletlerdir,
2) Ermeni soykırımı, 90 yıldır dünya gündemine getirilmesine ve bu konuda yazılmış binlerce esere karşın, kanıtlanamamıştır.
3) Oysa, Ermenilerin 1914-1921 yılları arasında 518 bin 105 Türk’ü öldürmesine ilişkin, binlerce belge bulunmaktadır.
4) Bir Türk-Ermeni “mukatelesi” kabul edilebilir. Bunun ilk sorumlusu da, emperyalist oyunlara kanan Ermeniler, İkincisi; Rusya, İngiltere, Fransa'dır.
5) Almanya, Osmanlı Hükümeti’nin tehcir kararını almasında etkili olmuştur.
6) Tehcir sırasında Osmanlı hükümeti, elinden geleni yapmış ve suistimalde bulunan 1.397 kişi cezalandırılmıştır.
7) Tehcir kararı, Ermenilerin potansiyel suçlu görülmesinden değil, ayaklanmaları ve düşmanla işbirliğinden dolayı alınmıştır.
8) 1915-1923 yıllarında yaşananlar siyasi değil, tarihi bir konudur. Bu konudaki kararı, ancak tarafsız bilimsel araştırmalar verebilir.
9) Tehcirden dönen Ermenilerin hemen hepsi, mallarını geri almışlardır.
10) Ermeni soykırım yasalarının amacı Türkiye'yi köşeye sıkıştırarak ilk planda Ermenistan'la ilişkiye zorlamaktır. Daha sonrasında ise, tazminat, toprak istekleri olacaktır.
11) Ermeniler ve Ermenistan, dün olduğu gibi bugün de, batılı büyük devletlerin kendi çıkarlarına göre kullandığı bir dosyadır.
12) Tehcir politikası, olağanüstü durumlarda başvurulan bir yöntemdir. İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin Japon asıllı yurttaşlarına ve Rusya’nın Kırım’daki Türklere yaptığı gibi.
13) Soykırım iddiası, Ermenistan dışındaki Ermenilerin asimile olmamak için en kolay ve güçlü yol, kimlik sigortasıdır.
14) Ermeniler soykırım iddiasını, bütün dünyaya anlattıkları gibi, ilköğretimden başlayarak kendi gençlerine de öğretmektedirler. Nerede olurlarsa olsunlar, Türk vatandaşlarına Ermeni konusundaki gerçekler öğretilmelidir.
15) Bu konudaki gerçekler; yalnız tarihçilerin çalışmaları ile sınırlı kalmamalı, edebiyat, sanat ve medya aracılığı ile de işlenmelidir.
16) Üniversitelerimizde bu konuda çalışma yapan araştırma enstitüleri kurulmalıdır.
DH.MKT.nr.57-11,ek 2
Kemal BeydiIIi, “1828/29 Osmanlı-Rus Savaşında Doğu Anadolu’dan Rusya’ya Göçürülen Ermeniler” Belgeler, (1988), XIII/17, s. 405,106, 424.
Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, s. 214.
İliştin McCarthy, Müslümanlar ve Azınlıklar, (çev. Bilge Umar), İstanbul 1998, s. 138. Müslüman halka yapılan Ermeni katliamı ve mezalimi ipin bkz. Ahmet Refik, Kafkas Yolları, Hatıralar, Tecessüsler, İstanbul 1919 (Eserin yeni hadlerle basımı için bkz. Kafkas Yollarında, (yay,Yunus Zeyrek), Ankara 1981); Ahmet Refik, iki Komita iki Kıtal, İstanbul 1919.
JustinMcCarthy, Ölüm ve Sürgün (1821-1922), (çev. Bilge Umar), İstanbul 1995.
Vahakn N. Dadrian, TlıeHistory of theAnnenimiCenoeide. EthnieConfiletfronıtheHaikaıısto Anatolia totheCaııcasus, Oxford 1995. s. 256 vd.
JoseptıPomianskowski, Der ZusammcubruchdesOsmauisctıeuReiches, wien 1926, s. 161-162. (Eserin Türkçe tercümesi için bkz. Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküşü, (çev. Kemal Turan), İstanbul
Kemal Beydilli, “Türk Savun Kendini veya öl, WilhelmAlmanya’sında Anti ve Pro-Türk Propaganda”, Tarih ve Toplum (Ocak 1987), sayı. 38.