Bertrand Russel Britanyalı filozof, matematikςi, tarihςi, toplumsal eleştirmendir. Hayatının çeşitli dönemlerinde kendisini liberal, sosyalist ve barışsever olarak tanıtmış ayrıca hiçbirine derinden bağlı olmadığını itiraf etmiştir. Monmouthshire'de İngiltere'nin önde gelen aristokrat ailelerinden birinin ferdi olarak dünyaya gelmiştir. Russel'ın ailesi dönemlerinin radikalleri arasındaydı.
Russel'ın babası Viscount Amberley bir ateistti. Ailesi Britanya’da reformist bir ailedir ve bu Russel’ın düşünce, inanç ve yaşam biçimini etkilemiştir. Russel’ın çalışmasının temelinde yer alan din anlayışı Hristiyan dini anlayışıdır. Russel, din ve bilim çatışmasını farklı kategorilerde incelemiştir. Bu kategorilerin tarihsel dönemleri; merkantilist dönem, burjuva devrimi ve kapitalist ekonomiye geçilen dönem ile sınırlıdır. Bu dönemlerdeki bilimsel gelişmeler, kilise (din) ile bilim arasındaki amansız çatışmalar ve toplumun buna karşı olan duruşunu irdelemiştir.
Russel’a göre bilim ve din toplumsal yaşamın iki görünümüdür; din, insanlığın düşünce tarihinin bildiğimiz geçmişi boyunca önemli olmuş, bilim ise, antik Yunan’da ve Araplar arasında, süreksiz ve aralıklı bir varlık gösterdikten sonra, XVI. yüzyılda birdenbire önem kazanmış, o çağdan bu yana da gitgide daha kapsamlı bir şekilde, düşüncelerimizi ve içinde yaşadığımız kurumları etkiler olmuştur. Dinle bilim arasında uzun ve sürekli bir çatışma var olagelmiştir, bu çatışmadan zaferle çıkan bilim olmuştur diyerek bilimin tarihsel süreçte din ile girdiği savaştan mutlak zaferle çıktığını söylemektedir.
Russel çatışmanın en çok ortaçağ dönemindeki kilise ile bilim arasında olduğunu dile getirmektedir. Bilimle din arasındaki ilk ve birçok bakımlardan en dikkate değer meydan savaşı, bugün bizim Güneş Sistemi adını verdiğimiz sistemde güneşin mi yoksa dünyanın mı merkez olduğu konusundaki astronomiye ilişkin uzlaşmazlıktan çıkmıştır. Kopernik ve Galileo ile ünlenen güneş sistemi dönemin kilisesi ile çatışmaya girmiş ve bu bilim insanlarının kilise tarafından yaptırımlara maruz kalmasına neden olmuştur.
Hristiyan inanışa göre Tanrı’nın oğlu İsa dünyaya gönderilmiştir. Dünya bunun için evrenin en önemli yerini işgal eder konumdadır. İnsanların kendilerini özel hissettiren yıllardır inandıkları inancı ve egolarını sarsan güneş sistemi modeli kilise (din) ile bilim arasındaki savaşı kızıştırmış ve kilise bilimsel faaliyet alanında çalışan bilim insanlarına karşı birtakım önlemler almak zorunda kalmıştır. Fransız devrimi, burjuvazinin yükselişi, ulus devlet anlayışı ve bilime verilen önemin artması ile gücü zayıflayan kilise bilim ile çatışarak mutlak değerleri korumaya çalışmıştır.
Evrim düşüncesi kilisenin insanları inandırdığı özel olan, özel olma inancını başlı başına sarsmıştır. Kilise öğretisine göre Dünya altı günde yaratılmıştı. O günden bu yana da şimdi içerdiği bütün göksel cisimlerle, bütün hayvanları ve bitkileri de içermekteydi. Evrim teorisine katkı sağlayan bilim insanları da inançlı insanlardır örneğin Newton evrenin bir çırpıda bütünüyle yaratılmış olduğuna inanıyordu. XVIII. yüzyıl, Newton’dan kendine özgü bir dindarlık edinmiştir; buna göre Tanrı, temelde, önce dünyayı yaratan, sonra da yeniden belirli bir müdahalesini gereksiz kılan kuralları koyup sonraki bütün olayları belirleyen bir Yasa Koyucu olarak görünmüştür.
Böylelikle dini inancı olan bilim insanları tanrı inancına sahip çıkarken din ile bilimin bir çatışması olmaması gerektiği aslında bir uyum içerisinde ilerleyebileceği inancını vermekteydiler. Fakat Darwincilik, tıpkı Kopernikusculuk gibi, dinbilim için büyük bir darbe oldu. Genesis’te öne sürülen, türlerin değişmezlikleri ve birbirinden farklı birçok yaratma eylemlerinin geçersizliğini; yaşamın başlangıcından bu yana, inançlıları dehşete düşüren, büyük bir sürenin geçtiğini; hayvanların çevreye uyumlarını açıklamakta Tanrı’nın iyilikseverliği yerine doğal seçilimin işleyişini ortaya koymakla kalmıyor; daha da kötüsü, evrimciler insanın canlılar hiyerarşisinin alt basamaklarında bulunan hayvanlardan türediğini söylemek cesaretini buluyorlardı.
Genellikle, Darwin’in kendisinin maymuna benzediği için bu görüşü öne sürdüğü söyleniyordu. Din ile bilimi uzlaştırmaya çalışan bir başka düşünce ise kozmik inanç sistemidir. Evrimin ahlak açısından değerli bir amaca doğru genişlediği ve bir bakıma, bu uzun evrim sürecinin ancak böyle haklı gösterilebileceği düşüncesidir. Öğretinin üç biçimi vardır: Deist, Panteist ve Ortaya Çıkış diyebileceğimiz biçimlerdir. En basit ve dinci görüşe en yatkın olan Deist görüş, uzun erimli olarak bir iyi’nin ortaya çıkacağını önceden gördüğü için Tanrı’nın, dünyayı yarattığı ve doğa yasalarını yürürlüğe koyduğu inancındadır.
Panteist görüşte ise, Tanrı, evrenin dışında değildir, bir bütün olarak düşünülen evrenin ta kendisidir. Evrenin kendisinde yaratıcı bir güç vardır. Ortaya Çıkış görüşünde, amaç daha kördür. İlk aşamalarda evrende olan hiçbir şey daha sonraki aşamayı önceden göremez; daha gelişmiş varlık biçimlerinin ortaya çıkmasına sebep olan değişiklikleri yöneten, bir tür kör itilim’dir. Ortaya çıkış modeli Hitler gibi tek adam rejimlerini yaratmış ve kitleleri buna inandırmıştır.
Dinbiliminin bilimi en çok eleştirdiği nokta ahlak anlayışıdır. Ahlakın incelenmesi, geleneksel olarak iki bölümden meydana gelir; bunlardan biri ahlak kuralları, ötekiyse, bir başına ‘iyi’nin ne olduğu ile ilgilidir. Ahlak kuralları kendi başına iyi’nin varlığına yardım edecekse geçerlidirler, yoksa geçerlilikleri olamaz, düşüncesi dönemin bilim insanlarının değer yargıları olarak görülmektedir. Prostestan ahlakına yakın bir değer yargısı olan bu anlayış toplumdan topluma değişiklik gösterebilir. Russel’ın ateist kimliği öne çıksa da din hakkında ılıman görüşlere sahiptir.
Ona göre dinsel yaşamın belki de en değerli sayılan bir yanı vardır ki, evrenin yapısı konusunda gelecekteki düşüncelerimiz ne olursa olsun, bilimin bulgularından bağımsız olarak yaşamaya devam edecektir. Din bir inançlar dizisi yerine, bir duyguyu içeriyorsa bilim ona dokunamaz bile. Salt kişisel bir din, bilimin aykırı sayacağı kesinlemelerden kaçındığı sürece, en bilimsel çağda bile hiçbir zaman yadırganmaz. Günümüz batı dünyasında din eski gücünde değildir.
Bilim dinin yerine geçmiş, insanlar akılcılığın önemine tıpkı Antik Yunan’daki gibi vurgu yapmaktadır. Batı dünyasının dini akılcılık olarak gözükse bile kilisenin yüzyıllardır dayattığı “sen en iyisin” egosal anlayışı batıdan olmayanları dışlamakta ve onların ya kendi kabukları içinde kalmalarını öne sürmekte ya da onları batı dünyası dini olan akılcı anlayışa yöneltmektedir. Mutlak iyi ve ahlaki değerler olduğunu öne süren batı dini tüm toplumların bunlara uyması gerektiğini vurgulamaktadır.
Bilim din ile olan savaşından batı dünyasından bir zafer kazanmış gibi gözükse de yüzyıllardır etkisi altında kaldıkları dini öğretileri akılcılığa çevirmiş bunu tıpkı kilise gibi bütün dünyaya (savaşlarla olmasa bile) dayatmaktadır. Hristiyanlık anlayışından doğan dualizm batı dünyasının kilise öğretisi ile öğrendiklerini bilimsel çağ olarak adlandırdıkları akılcılık dinine herkesin ulaşması gerektiğini ve buna ulaşmanın mutlak sonuç olduğu görüşündedir.
Batı dünyası haricinde dini öğeler, din inancı ve ahlaki değerler değişiklik göstermekte ve aslında Russel’ın vurguladığı gibi bilim, din ile olan çatışmasından galip çıkmamış kendine yeni bir inanç sistemi yaratarak insanların inanma ihtiyacını bu şekilde batı dünyasına göre olan iyiye yönelmesi gerektiği üzerinde durmaktadır.