Selçukluların bir boyu olan Kayıların bir bölümü (400 çadırlık bir oba) Ertuğrul Gazi yönetiminde batıya doğru yer değiştirerek Söğüt ilçesi ve çevresine gelmişlerdir.
Osmanlı Devleti, başlangıçta Anadolu’nun batı ucunda bir aşiretler ittifakı ile
kurulmuştur. Kuruluş yıllarında Kayı aşireti, çevredeki diğer konar-göçer aşiretlerin desteğini
almıştı. Ancak zamanla devletin sınırlarının genişlemesi, çok çeşitli dinden ve ırktan
toplulukların hâkimiyet altına alınması, aşiret gelenekleri yerine devletleşme sürecine girilmesini
sağladı. Bu durum kendi kendine yeten, özerk yönetimlere alışan konar-göçer aşiretleri rahatsız
etti. Osmanlı Devleti, toplulukların yerleşik hayata geçmesini tercih etmekle birlikte sınırlı
sayıda aşiretin varlığına sosyal ve ekonomik nedenlerden dolayı izin verdi. Aşiretlere özel statü
tanındı. Bununla birlikte devlet otoritesini korumak amacıyla hükümetler aşiretlere de bazı
sınırlayıcı kurallar getirince iki tarafın ilişkileri bozulmaya başladı. Böylelikle Osmanlı tarihi
boyunca ortaya çıkan devlet-aşiret gerginlikleri, mücadeleler sürüp gitti.
Türkistan’da ortaya çıkan sosyal ve siyasî şartların etkisiyle Anadolu’ya gelen göçebe
Türkmenler, Bizanslılar devrinde yerleşik halkın pek fazla rağbet etmediği mer’a ve
yaylalarda kendileri ve hayvanları için verimli yaşama alanları temin ettiler. Göçebe
Türklerin Anadolu’ya yaptıkları akınları Bizanslılar engelleyemediler. Bizans orduları
yazın sefere çıktığında, göçebeler sert engebeli yaylalarda oluyorlardı. Hafif
donanımları ve çevik atları yüzünden onları yakalamak zordu. Hatta yüksek yaylalara
kaçan Türkmenler, tabiatın sağladığı muhafaza kolaylığı yüzünden, Bizanslıları tuzağa
düşürmekte güçlük çekmiyorlardı. Kışın Bizans askerleri sefere çıkmadığından, onlar
vadilere dönmekteydiler. Daha verimli otlaklar bulmak için gerektiğinde sınırı aşan
göçebeleri Selçuklu sultanlarının istese de kontrol edemeyeceğini Bizanslılar
anlayamıyorlardı.
Göçebe Türklerin faaliyetleri, ekonomik ve ekolojik şartlara oldukça bağımlıydı.
Vadilerdeki keçi ve koyun hayvancılığı, kışın, iklimin ne getireceğinin belli olmadığı
buzlu plato tepelerinden daha güvenliydi. Otlatma fırsatlarını azamiye çıkarmak ve
sürü kayıplarını en aza indirmek için, Bizans’a da ait olsa, tarım alanlarına sızmayı
zorunlu saymaktaydılar. Yunanlı yazar Veryonis’in dediği gibi, “Yeşil otlaklar nedeniyle
bütün ırk, Roma sınırlarını işgal etmişti.”
Osmanlı Devleti’nin temellerini atan aşiretler, işte böyle bir ortamda
Anadolu’nun batı uçlarına kadar gelebilmişlerdi. Söğüt’te Selçuklulara bağlı bir uç
beyliği kuran Kayı boyu ile müttefiki olan aşiretler, Türkmen geleneğinin tipik
özelliklerini taşımaktaydılar. Yalnız buraya yerleştikten sonra göçebelik yerine, belirli iki
merkez, yani Söğüt ile Domaniç arasında yarı göçebelik ya da yaylacılık diyebileceğimiz
bir sosyo-ekonomik faaliyet türünü benimsediler. Aşiretin idaresi, komşuları ile
ilişkileri geleneklere göre belirlenmekteydi. Kayı aşiretinin beyi olan Ertuğrul Gazi, bu
makama Selçuklu sultanı tarafından getirilmiş değildi. O esasında irsî konumu
dolayısıyla aşiretin beyi idi. Selçuklu sultanı onu idarî teşkilâta dâhil ederek “uc
beyliği”ne tayin etmişti. Dolayısıyla Kayı’nın başında Ertuğrul Gazi değil de bir başkası
olsaydı, sultan onu tayin edecekti. Demek ki bu tayin işleminde asıl belirleyici olan
aşiretin kendi iç dinamikleri olmuştur. Nitekim Ertuğrul Gazi vefat ettiğinde beyliğin
başına, yine müttefik aşiret reislerinin ortak kararıyla, ama Ertuğrul Gazi soyundan
olan Osman Gazi getirilmiş ve bunun için Selçuklu sultanından müsaade alınmamıştı.
Anladığımız kadarıyla sadece verilen karar Konya’ya bildirilmişti. Konya belirleyici
değil, tasdik edici olmuştur. Her ne kadar bu sıralarda Konya’daki sultanın otoritesi
artık uc bölgelerine ulaşmaktan uzak idiyse de, bu güç elinde olsaydı farklı davranacak
mıydı diye sorulabilir. Görülen odur ki, yapılan işlem geleneklere uygun olduğu için
böyle bir müdahale söz konusu olmayacaktı. Girişilen gaza hareketleri sayesinde
Anadolu’nun diğer bölgelerinden akın akın Türkmenler bu tarafa doğru göç ederken,
Osman Gazi’nin iktidarının meşruluğu hiçbir zaman tartışma konusu olmamıştır.
Selçuklu sultanlarının hareket tarzını ilk Osmanlı beylerinin de benimsemesi
tesadüf değildir. XIV. yüzyılda Osmanoğullarının konumu, “eşitler arasında birinci”
olarak tanımlanmakta olup beyliğin ilk kumandanları da müttefik aşiretlerin reisleridir:
Samsa Çavuş, Konur Alp, Akça Koca gibi. Devletleşme sürecine yeni girildiği sırada
bunun dışında bir tavrın söz konusu olması elbette beklenemezdi5. Gelenekleri gereği
şehirleşme hareketlerinde pek fazla rol oynayamayan aşiretlerin asıl etkili oldukları alan
askerlik ve buna bağlı yönetim idi. İşlerin başında hemen hemen aynı kimseler
bulunmaktaydı. Osmanlı beyleri, topraklarını genişletirken, emirleri altındaki insanların
gücünü aşan bir coğrafyaya ulaştırdıklarında; kapıları başkalarına, özellikle diğer
beyliklerin rekabetinden ve Bizans’ın şiddetinden kaçan insanlara da açtılar. Beyliğe
gönüllü olarak katılan insan gücü, Rumeli’nin fethi için gereken desteği sağladı.
Beylik; bu yeni iltihaklarla büyüdü ve elde edilen başarılar aşiret düzenini
değiştirmeye zorladı. Yöneticiler, gittikçe hem idare mantığında hem de hayat tarzında
bir tercihle karşı karşıya kaldılar. Devletin kurucuları göçebe ve yarı göçebe aşiretlerdi,
fakat bir süre sonra ortaya çıkan meseleler bazı yeni kararlar alma mecburiyetini getirdi.
Beyliğin sınırları genişledikçe, aşiret gelenekleriyle bu yeni devletin idare edilemeyeceği,
en azından bazı hukuk kurallarının gerekli olduğu anlaşıldı. Meselâ Kayı aşiretinin daha
önce hiç gerek duymadığı “pazar işlemleri”, şimdi bir kanun koyuculuk görevini
zorunlu kılmaktaydı. Önceleri bir aşiret reisi olarak, barışı ve aşiret üyelerinin refahını
koruyacak biçimde davranan, bunu sağladıkça hâkimiyet alanını genişleten Osman
Gazi, artık halktan gelen şikâyetleri dikkate alarak değişik çevre ve kültür gruplarının
haklarını korumak için devreye girmekteydi. Bundan dolayı rolü aşiret liderliğinin
üstünde bir konuma ulaşmıştı. O, vergi akışını sağlayacak, bununla ilgili kanunları
hazırlayacak, farklı dinlerdeki tebaanın hukukî meselelerini çözecek sivil bürokrasiye
ihtiyaç duymaktaydı. Şimdi sıradan bir aşiretin lideri olmaktan öte yasama, yürütme ve
yargı görevlerini yerine getirmesi gereken bir devlet başkanı durumundaydı. “Bâc
vergisi” ile ilgili kanunun yürürlüğe konmasıyla başlayan süreç, Osmanlıları at üzerinde
fetihler yapan akıncılar olmaktan daha geniş anlamlı olarak kanun yapan ve uygulayan
yöneticiler haline getirmiş oldu. Zira Çinlilerin uzun zaman önce özellikle
vurguladıkları gibi, memleketleri at sırtında ele geçirmek mümkündü, fakat o at sırtında
yönetilemezdi.
ilk imar ve iskân
hareketlerini şehirlerin yerleşik halkı yapmıştır7. Bu durum devleti kuranları mecuri bir
yapısal değişime zorlamış oldu. Başlangıçta diğer beyliklerden gelen ilim ve fikir
adamlarının bilgi ve tecrübesi ile doldurulan boşluklar, gittikçe Osmanlıların kendi
bilgin ve bürokratlarını yetiştirmeleriyle çözüme kavuşturuldu.
Devletin teşekkül aşaması olan ve adım adım aşiret düzeninden yeni bir
düzene geçişin yaşandığı bu tarihlerde, ister istemez iktisadî faaliyetlerin de niteliğinde
değişiklik mecburiyeti ortaya çıktı. Önceleri Söğüt’le Domaniç arasında kışlak - yaylak
hayatı sürdürmekteydiler. Bu yıllarda yaylaya çıkılacağı zaman hareketi yavaşlatacak,
orada gerekli olmayacak ağırlıklar emaneten Bilecek tekfuruna bırakılırdı. Sonbaharda
bunun bedeli gıda maddeleri ve dokuma ürünleri ile ödenirdi8. Ancak zamanla yerleşik
hayata duyulan ilgi toprağa bağlılığı, gayrimenkul edinmeyi teşvik etti. Osmanlıların
yerleşikliğe geçişinde, siyasî örgütlenme ve askeri kaynak ihtiyacının yanı sıra,
bulundukları bölgenin hayvancılıktan ziyade tarıma elverişli olmasının önemli etkisi
olmuştur. Zenginlik arttıkça yerleşikliğe meyletme daha hızlı olmaya başladı9.
Osman Gazi ile tebaasının, 1299’da Bilecik’in fethinden sonra yaylaya çıktığına
dair kaynaklarda bir bilgiye rastlanmaması önemli bir göstergedir. Demek ki, idarî
alanda olduğu gibi iktisadî alanda da değişim ve dönüşüm başlamıştı. Nitekim Orhan
Gazi, artık yaylakta vakit geçiren bir aşiret reisi olmaktan tamamen uzaktı. Böylelikle
ilk yıllardan itibaren hayvancılığa ve kısmen tarıma dayalı yarı-göçebelik yerine tam
yerleşik hayata geçiş yolunda bir tercih yapılmıştır. Bu dönemde bilhassa yönetici
kadronun göçerlikle alakasının kalmadığı anlaşılmaktadır. Hatta Osmanlı Devleti’nin
göçebeleri iskân etmek tarzında ortaya çıkan toplumsal siyasetinin temellerinin bu
tarihlerde atıldığını dahi söylemek mümkündür. Şeyh Edebâli’nin müritlerine yerleşik
hayatı tavsiye eden “toprağa bağlanın, suyu israf etmeyin, ilim sahiplerini gözetin, ağaç
dikin” şeklindeki nasihatleri bunu göstermektedir10. 1310’de Yenişehir adıyla bir şehrin
inşa edilmiş olması11 ve Orhan Gazi zamanında da yerleşik hayata yönelik siyaset
izlenmesi, beyliğin ilanından itibaren Osmanlılara kimlik olan hususiyetin göçebelikten
ziyade yerleşiklik olduğunu göstermektedir.
I. Murad zamanında artık göçebe veya yarı-göçebe iktidar ve yaptırımlarından
tamamen soyutlanmış olan devlet yönetimi, bünyesinde göçebe, yarı-göçebe ve yerleşik
tebaayı barındırmaktaydı. Hıristiyan unsurların iştiraki ile beyler, artık Türk olmayan
halkın da başvurdukları bir otorite durumuna gelmişlerdi. Yeni düzen tabiatıyla
beraberinde yeni kurallar getirdi ve çok geçmeden, düne kadar komşuları olan
Osmanlılar, göçebe aşiretlere de diğer köylülere uygulandığı üzere askerlik, vergi,
tahrir gibi mükellefiyetleri yükleme işlemlerini başlattılar. Gerçi Fatih’e gelinceye kadar
Osmanlı hanedanı mütevazı, diğer üst düzey yöneticiler ve beyler ile kendi arasına fazla
mesafe sokmayan bir anlayışa sahipti. Osman Gazi’nin, Orhan Gazi’nin hayatı bütün
toplumun gözü önünde cereyan etmekteydi. I. Murad ve Yıldırım Bayezid, kendilerini
ihtişamlı bir saltanatın sahibi olarak görmediler. Çocukları diğer beylerin çocukları ile
bir arada büyüdü. Ancak Fatih’ten sonra bir saltanat kavramının Osmanlı zihniyetine
yerleştiğini, rekabetsizlik ortamının hazırlandığını görmekteyiz.
Daha önce “eşitler
arasında birinci” olarak tanımlanan “bey”in yerini artık “sultan” almıştı12 ve ister
istemez Türkmen beyleriyle Osmanlı sultanlarının konumunda farklılık meydana
gelmişti. Dolayısıyla devletin Türkmen beylerine Osman Gazi derecesinde ilgi
göstermesi elbette söz konusu olamazdı. Artık müttefik aşiretler birer tebaa
konumundaydılar. Devlet ulemanın tavsiyeleri doğrultusunda hukukî düzenlemelere
yöneldikçe, göçebelerin eski nüfuzlarını ve saygınlıklarını kaybedecekleri bir
teşkilâtlanma modeli ortaya çıkmaya başladı. Yönetim, göçebe aşiretlerin bir zamanlar
sağladıkları katkılara aşırı hassasiyetle ve romantizmle yaklaşmak yerine, gerçekçi bir
tavırla onları kaçmak istedikleri tebaa konumuna sokmak için birçok yol denedi. Bu
çerçevede çıkarılan kanunnâmelerle göçebeler, ya iskân edildiler veya yaylak - kışlak
alanları ile göç yolları sınırlandırılarak, tedricen yerleşikliğe yönlendirildiler.
Askerî mecburiyetler Yörüklerin teşkilâtlandırılmasına
yol açtı ve Bursa'nın fethedilmesinden hemen sonra, Kadı Çandarlı Kara Halil’in
teklifiyle, her biri bin kişi mevcutlu Yaya ve Müsellem birlikleri oluşturuldu13.
Yaya - Müsellem teşkilâtının kurulması, aşiretlerin devlet düzeni içerisine dâhil
edilmesinde önemli bir aşama oldu. Ancak memleketler fethedildikçe sultanlar bu
seviyeyi yeterli görmediler. Her yeni dönem veya gelişme aşiretlerin eski statülerini
daha fazla yitirmelerine, devlet bünyesine daha fazla dâhil edilmelerine, dolayısıyla
muhtariyetlerinden daha fazla taviz vermelerine sebep oldu. Aşiret teşkilâtından
devletleşmeye doğru kurumsallaşma yaygınlaştıkça, sultanın kardeşleri olan Türkmen
beyleri ile aralarının açıldığını, “balayı”nın bittiğini görmekteyiz
Devlet, göçebeleri kendi idarî ve hukukî sistemine dâhil etmeye çalıştıkça, onlar da
bundan kurtulmaya gayret gösterdiler. Türkmen aşiretleri tarafından bakıldığında
Osmanoğulları kendilerine haksızlık yapmaktaydı. Geçmişte kendilerine yardımcı olan
kardeşlerini dışlamaktaydı.
Devletin aşiretlere yaklaşımının önemli bir örneğini, babası aslen Şam
Türkmenlerinden olan Akşemseddin’in, Fatih Sultan Mehmed’i uyarmak için söylediği
“Amma Türkmen’den gafil olmayasız. Anın da ipin salıvermeyesiz, bilmiş olasız.”17
şeklindeki sözlerinde bulmak mümkündür. Bu yaklaşım tarzı sadece Akşemseddin’e ait
değildir şüphesiz. Yaklaşık dört asır sonra Tanzimat’ın uygulanmasına yönelik ilk
çalışmaları yürüten Ankara Kaimmakamı Bekir Rüstem Paşa, bölgedeki aşiretler
hakkında, “İşbu aşâir ve kabâilin bir sözü bir sözüne uymaz ve maslahatları neticesini
saymaz makuleden oldukları” tanımlamasını yapması18, bir tesadüfü değil, bilinçli bir
yaklaşımı göstermektedir.
Aşiretlerin Osmanlı kuralcılığına gösterdikleri tepkilerin yansıması, Osmanlı
fetihlerinde onların ciddî direnç göstermeleri şeklinde ortaya çıktı. Bilhassa dağlık
kesimlerde yaşayan Türkmenler üzerinde hâkimiyet kurmak kolay olmadı.
Türkmenlerin Osmanlı aleyhtarı tutumlarını şehzâdeler arası mücadelelerde de
görmek mümkündür. Meselâ merkeze karşı mücadeleye girişen Cem Sultan’a kaçak
Türkmen beyleri iştirak etmiş, Yavuz’un rakibi olan Şehzâde Ahmed 18 Haziran
1512’de Türkmenlerden oluşan bir ordu ile Bursa’ya girmişti. Rüstem Paşa ile Hurrem
Sultan, Şehzâde Mustafa’nın babasına karşı ayaklanacağı ve tahtı ele geçireceği şayiasını
yayarlarken, Kanuni’yi, şehzâdenin Türkmenlerle birlik olduğu iddiası ile inandırmışlardı. Kanuni’nin oğlu Şehzâde Bayezid da Selim’e karşı Türkmenlerden
ordu oluşturmuştu.
Türkmenlerin muhalefetin yanında yer almasının en ilginç görüntülerinden biri
Şah İsmail’in İran’da iktidarı elde etmesiyle ortaya çıktı. Osmanlı ile mukayese
edildiğinde Şah İsmail’in propagandası, otlak vaatleri, aşiret ilkelerine dayalı ve aşiret
ihtiyaçlarını tatmin etmeye ve yağmaya imkân sağlayan siyasî ve askerî teşkilâtı onlara
çok cazip geldi. Şimdi aşiretler kendilerine yeni bir kimlik bulmuş oluyorlardı. Bu
yüzden muhalif aşiretler, Osmanlı - Safevî mücadelesinin ilk yıllarında, kendilerine
eskisi kadar hak tanımak istemeyen Osmanlı Devleti yerine, mevki, makam ve itibar
veren Şah İsmail’in yanına gittiler. Böylelikle Safevî ordusundaki önemli görevler,
çoğunlukla Anadolu’dan giden Rumlu, Ustaclu, Tekelü, Şamlu ve diğer Türkmen
oymaklarının eline geçti. Bazı aşiretlerin Şah İsmail’in yanında yer almaları tek başına
Alevîlik gayretinden değil, aynı zamanda Türkmenlerin kırgınlığından
kaynaklanmaktaydı.
Şah İsmail hem mezhep faktörünü hem de Türkmenlik gayretini kullandı. O,
Anadolu’daki göçebeleri, adeta kırsal bir cennet kurma uğruna Osmanlıları devirmeye
çağırdı. Bu ise Osmanlıların tepkisini daha da artırdı. Aslında Osmanlı geleneğinde
Alevî aşiretleri dışlama tarzında bir anlayış mevcut olmadığı gibi, aksine ilk dönem
hükümdarları bu anlayışa sahip aşiret ve tarikatları kollamış, kendilerine imkânlar
sağlamış, Rumeli’ye geçip yerleşmeleri için fırsatlar sunmuşlardı. Ancak Şah İsmail’in
bu aşiretleri cezbeden mesajları ve bir kısım aşiretlerin buna paralel olarak teşebbüs
ettikleri isyanlar, Osmanlı yönetiminin göçebe aşiretleri değerlendirirken onların dinî
inançlarına tepkiyi vurgulamalarına yol açtı. Devletin bu konudaki hassasiyeti
isimlendirmede de kendisini gösterdi. Zaman zaman “Türkmen” sözcüğü, sıradan
göçebeleri, İran şahının etkisi altındaki heretik gruplara katılanlardan ayırmak için,
devlet yönetimi tarafından “Yörük” olarak değiştirildi. Bu yüzden göçebelerden
bahsederken “Yörük”, heretik Kızılbaş tarikatlarından bahsederken de “Türkmen”
sözcüğü kullanıldı23. Öte yandan göçebe tarikatlar Şah İsmail’i seçerken, yerleşik
olanlar Osmanlı’dan yana tavır takındılar. Bu da iki devlet arasındaki sosyal ayrımın
göstergesidir. Demektir ki, Osmanlı - Safevî rekabetinde sadece dinî ayrım değil, kır ve
tarım, göçebe ve çiftçi rekabeti de etkili olmuştu.
Şah İsmail, Türkmenlere tanıdığı geniş imkânlar sayesinde, Alevî olsun
olmasın Türkmen aşiretlerini, hatta Kürt aşiretlerini yanına çekmeyi başardı ve onlar
vasıtasıyla Osmanlılara karşı pek çok isyan ve muhalefet hareketleri meydana geldi. XVII. yüzyılın başlarındaki Celalî
isyanlarında da aynı durum söz konusu idi..
Osmanlı kanunnâmelerine göre aşiret ağalığına/beyliğine atama işlemi aşiret
mensuplarının rızası, mülkî amirin teklifi ve merkezin tasdiki ile gerçekleşiyordu, tıpkı
Osman Gazi’nin beyliğini Selçuklu sultanının tasdiki gibi. Ağa ailesinden birinin
seçilmesi, çoğunlukla ağalığın babadan oğula veya kardeşe intikali, yaşı küçük de olsa,
kanun sayılmakla birlikte37; genel olarak aşiretin kendi iç dinamikleri sonucunda
belirlenen kimse, hükümet tarafından ağa olarak kabul edilmiş ve buna dair hükümler
gönderilmiştir38. Fakat gerektiğinde devlet kendi tercihini ön plânda tutarak atama
yapabilmekteydi. Aşiretlerde ağalığın veya beyliğin babadan oğula geçmesi dışındaki bir
durumla intikali halinde ağalık hakkının gasp edildiği şeklinde bir yargının halk arasında
yayıldığı görülmektedir. Bu yüzden ağanın çocukları, kardeşleri ve yeğenleri arasında
iktidar mücadelesinin yaşanması çoklukla rastlanan hadiselerdendi39. Devlet, istisnaî
şekilde de olsa, zaman zaman başka aşiretlerden ya da ailelerden bir bey atama yoluna
dahi başvurabilmekteydi. Böyle olaylara nadiren rastlandığı için aşiretlerin hafızasında
ilgi çekici izler bırakabilmekteydi. Meselâ rivayete göre otuz altı bölük olan
Türkmenlerden birisinin başına Akmelek oğullarından Mehmed adlı biri bey olarak
atanmış, ondan sonra aşiretin adına “El-beyli” denilmiştir40. Osmanlılar sadece aşiret
ağasını merkezden tasdik etmekle kalmamış, her cemaatin başına da, devlete karşı
sorumlu olan ve aşiret ileri gelenleri arasından sancak beyinin arzı üzerine ellerine
“nişân-ı hümayun” verilen birer kethüdayı tayin etmiştir.
Padişah tarafından yollanan fermanla bey tayini, bağımsız kabile reislerinin
hükümetin hâkimiyetinde olduğunun bir göstergesi idi. Ayrıca cemaatlerin başına
geçecek olan kişinin de merkez tarafından tasdik olunması, yer yer müdahalelerde
bulunulması devletin, cemaatleri birbirleriyle veya daha büyük aşiretler aracılığıyla değil
de, doğrudan kendisiyle irtibatlı kılmak istemesindendi. Böylelikle bütün aşiretler ve
cemaatler, devlet otoritesi altında birleştirilerek hükümetin idaresindeki normal
vatandaşlar haline getirildiler.
Osmanlı bürokratları aşiret bölgelerinden gelen vergileri zeamet ya da has
denilen dirlikler kapsamında toplamaktaydılar. Buna bağlı olarak her aşiretin idarî ve
malî açıdan bağlı oldukları kaza ve sancak idaresi kanunnâmelerde belirtilmekteydi.
Bunlar üzerinde yaşadıkları toprağın şekline göre yani tımar, zeamet ve has oluşuna
bağlı olarak tımar ya da has reâyâsı idiler. Meselâ Yörükler umumiyetle tımar reâyâsı, Türkmenler ise has reâyâsı idiler55. Saruhan sancağındaki Yörüklerin büyük çoğunluğu
padişah veya şehzâde hassı idi56. 1785’lerde Ankara sancağına dâhil olan Kasaba-i
Süfla’ya bağlı Polatlar, Hisarcık ve Babaören köylerinde Elçi aşireti; Hisarcık köyü ile
çevresinde Abdilli ve Alaferizli aşiretleri, 1788’lerde aynı kasaba civarında Bozulus
(diğer adı Tabanlu cemaati) aşireti yaşamakta ve geliri Valide Sultan hassına bağlı
olarak toplanmaktaydı. 1786’da Kasaba-i Bâlâ ve çevresinde barınan Karakeçili
cemaatinin geliri Havass-ı Hümayun, Şehzâde hassı ile Zahide Hanım Sultan’ın hassı
arasında paylaştırılmaktaydı.
Osmanlı Devleti bazı kendine özgü işlerin halli için özel nitelikli yapılanmalara ihtiyaç
duymaktaydı. Başta saray ve ordu olmak üzere İstanbul ile diğer büyük şehirlerin
hayvanî gıda tüketiminin karşılanabilmesi için yaylacılık faaliyetleri devam ettirilmeliydi.
Bunu da en iyi yapabilecek olanlar, tabiatıyla göçebe aşiretlerdi. Diğer taraftan o devrin
en hızlı ulaşım ve savaş vasıtası olan atın, geniş ölçüde yetiştirilmesi de onlar aracılığıyla
gerçekleştirilmekteydi. Hayvan yetiştiriciliğinde uzmanlaşmış böyle bir topluluğu
tamamen iskân edip de bu alandaki ihtiyacın karşılanamaması riskinin ortaya
çıkarılması söz konusu olamazdı. Bundan dolayı göçebelerin varlığına, aşiret
örgütlenmesinin devamına izin verildi. Yalnız böyle gruplara izin verirken devletin esas
olarak dikkat ettiği husus; bu faaliyetlerin yapılmasında dahi göçebelerin denetim
altında tutulabilir düzeyde olmalarıydı.