Allah'ın Rasûlü bir gün bazı sahâbîlerle Medine'de dolaşıyordu. Kabristanın yanından geçerken, çocuğunun kabri başında feryat ederek ağlayan bir kadına rastladı. Evlât acısına yüreği dayanmayan kadıncağızın bu hâlini gören Hz. Peygamber (sav) ona,
“Allah'tan sakın ve sabret!” dedi.
Kederinden onun Peygamber olduğunu fark edemeyen kadın,
“Bana ilişme! Benim başıma gelen senin başına gelmedi (de ondan böyle rahat konuşuyorsun)!” deyiverdi. Bir müddet sonra oradakilerden biri kadına, onun Allah'ın Rasûlü olduğunu söyledi. Kederli anne özür dilemek üzere Hz. Peygamber'in kapısına geldi. Yaptığına pişman olan kadın, “(Kusurumu bağışla) Allah'ın Elçisi olduğunu bilemedim.” diyerek mazeret beyan etti. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) ona şu karşılığı verdi:
“Esas sabır, musibetin ilk başa geldiği anda gösterilmelidir.”
Hz. Peygamber'in de başına benzer musibetler gelmemiş değildi. O, bu tür hadiseler karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiğini bizzat yaşayarak öğretmişti. Hastalık ve ölüm gibi musibetler karşısında Hz. Peygamber'in takındığı tavır, böyle durumlarda izlenmesi gereken tutuma işaret etmekteydi.
Henüz on sekiz aylıkken hayata gözlerini yuman biricik oğlu İbrâhim'in ölümü karşısında bir baba olarak o da gözyaşlarını tutamamıştı. Ölenlerin ardından, bağırıp çağırarak, feryat figan ederek, üstünü başını yırtarak, yüzünü tırnaklayarak ağlamayı (niyâhayı) kesinlikle yasaklayan Rahmet Elçisi, oğlunun vefatına ağlamasına şaşıranlara şu cevabı vermişti:
“Bu, merhamettendir. Zira göz ağlar, kalp hüzünlenir. Ama biz ancak Rabbimizin razı olacağı şeyleri söyleriz. Ey İbrâhim, biz senin aramızdan ayrılışından dolayı çok hüzünlüyüz.”
Rahmet Elçisi, kızı Zeyneb'in oğlu öldüğünde de hem sabır ve teslimiyet, hem de şefkat ve merhamet duygularını aynı anda yaşamıştı. Hasta olan oğlunun ölmek üzere olduğunu hissedenZeyneb babasına haber göndererek gelmesini istemiş. Peygamberimiz, kızına selâmla beraber şu mesajı göndermişti:
“Alan da veren de Allah'tır. Her şeyin O'nun katında belirli bir süresi vardır. Sabretsin ve sabrının ecrini Allah'tan beklesin.”
Akabinde kızı tekrar haber yollayıp bu sefer mutlaka gelmesini isteyince Rasûlullah yanındakilerle beraber kızının evine gitmişti. Kucağına aldığı çocuk can çekişiyordu. Rasûlullah'ın gözleri yaşarmıştı. Sa'd b. Ubâde, “Bu nedir yâ Rasûlallah?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz,
“Bu, Allah'ın, dilediği kullarının kalbine koyduğu merhamettir. Allah, ancak merhametli kullarına rahmet eder.” buyurdu.
Her canlı mutlaka ölümü tadacaktır. Hiç şüphesiz ki bu geride kalanlar için büyük bir acıdır. Her insan er ya da geç bu gerçekle yüzleşecektir. Bununla birlikte insanoğlunun başına gelen sıkıntılar ölümle sınırlı değildir. Hayatın türlü türlü meşakkatleri vardır.
Abdullah b. Mes'ûd'un naklettiğine göre Allah Rasûlü (sav) bir gün ashâbıyla sohbet ederken elindeki değnekle kumun üzerine bir kare çizer. Karenin ortasına bir çizgi çizerek iki yanına ona bitişen küçük çizgiler ekler. Karenin dışına da başka bir çizgi çizerek bunun ne olduğunu ashâbına sorar. Sahâbe, “Bunu en iyi bilecek, Allah ve Rasûlü'dür.” deyince Sevgili Peygamberimiz kumun üzerine çizdiği bu şekli şöyle açıklar:
“Bu karenin ortasındaki şu çizgi insandır. Onun yanındaki küçük çizgiler, insanı her yönden saran musibetlerdir. Bunlardan birisi ona isabet etmezse diğeri isabet eder. Kareyi oluşturan kenar çizgileri, insanı kuşatan ecelidir. Karenin dışında kalan çizgi ise insanın ümit ve hayalleridir.”
Sevgili Peygamberimiz burada olduğu gibi çeşitli vesilelerle, insanların türlü musibetlerle karşılaşmalarının kaçınılmaz olduğunu dile getirmiş, bunların en çetinlerine de Allah'ın elçileri başta olmak üzere kademe kademe iyi müminlerin maruz kaldıklarını ifade etmiştir.
İnsanlık tarihine bakıldığı zaman, başta peygamberler olmak üzere toplumlarını dönüştürmek, ahlâkî erdemleri hâkim kılmak isteyen salih insanların ciddi tepkilerle karşılaştıkları ve bu yüzden büyük sıkıntı ve zorluklar yaşadıkları görülür. Allah Rasûlü, sıkıntıyla karşılaşan müminlere moral vermek için,
“Müslümanlar benim başıma gelen musibetlere baksınlar da kendi musibetleri karşısında güçlü olsunlar.” buyurmuştur.
Sıkıntılara göğüs germeyip sadece nimetlere talip olan insanları Cenâb-ı Hak uyarmakta ve başlarına iyi/hayırlı bir şey geldiğinde gönlü hoş olan, bir sıkıntı gelince de gerisin geri küfre dönüveren bu insanları, kendisine çıkar için kulluk eden kişiler olarak nitelendirerek bunların dünyada ve âhirette hüsrana uğrayacaklarını bildirmektedir.
"Yine insanlar içinde kimileri vardır ki, Allah’a şartlı olarak kulluk eder; öyle ki kendisine bir iyilik denk gelirse bundan pek memnun olur, ama başına bir imtihan sıkıntısı gelse hemen yüz çevirir. Böyleleri dünyasını da âhiretini de yitirmiştir ve apaçık hüsran işte budur
İnsan, yaratılışı gereği sevinci, hüznü, neşeyi, kederi birlikte yaşayan bir varlıktır. Hayatı boyunca sevincine vesile olan birçok olayla karşılaştığı gibi üzülmesine yol açacak olaylarla da yüz yüze kalır. Diğer canlılar gibi o da fiziksel ve ruhsal sıkıntıların yanı sıra doğa olaylarından, diğer canlılardan veya hemcinslerinden gelecek tehlikelere maruz kalabilir ve bunlara karşı tedbirli olmak zorundadır.
İşte bu tehlike ve musibetlerle karşı karşıya kalan mümin insan, kendini ayakta tutabilecek bir inanca ve dirence sahip olmalıdır. Çünkü o, yaşadığı dünyayı imar etmek, insanlığı ihya etmek ve âhiretini mâmur etmekle yükümlüdür. Başına gelebilecek tehlikelere karşı elinden gelen bütün tedbirleri aldıktan sonra kaçınılmaz felâketlere maruz kalırsa önce sabır, sonra azim ve irade ile hareket etmelidir. Mümin insan sabır ve tevekkül sahibidir. O, başa gelen musibetlerin birer imtihan ve sınanma olduğunu Yüce Allah'ın Kitabı'ndan öğrenmiştir. Bu imtihanları başarıyla vermek ve Hz. Peygamber'in ifadesiyle, zaman zaman eğilse ve beli bükülse bile yıkılmamak zorundadır.
Nitekim Sevgili Peygamberimiz, müminle kâfirin mukayesesini yaptığı bir hadisinde, belalar karşısında mümini, rüzgârda eğilse bile sökülmeyen yeşil ekine, kâfiri ise, şiddetli bir rüzgâr karşısında kırılan ya da kökünden devrilen bir ağaca benzetmiştir.
Mümin elde ettiği başarıların da karşılaştığı sıkıntı ve felâketlerin de içinde bulunduğu dünyada, imtihanın bir parçası olduğunun farkında olmalıdır. Yarattığı insanın zayıf yönlerini en iyi bilen Yüce Allah bir âyet-i kerimede bu hususu şöyle açıklar:
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, 'Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir.' der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.”
Sıkıntıya ve külfete katlanmadan nimete erişilemeyeceğini de Yüce Allah şöyle açıklamaktadır:
“(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve onlar öyle sarsılmışlardı ki sonunda Peygamber ve beraberindeki müminler, 'Allah'ın yardımı ne zaman (gelecek)!' dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır.”
Bir gün Hz. Peygamber, Kâbe'nin gölgesinde cübbesini başının altına almış uzanıyordu. Habbâb b. Eret sahâbeden bir grupla onun yanına gelip müşriklerin eziyetlerinden yakındılar ve şöyle dediler: “Bizim için Allah'tan zafer kazanmamızı isteyemez misin? Bizim için Allah'a dua edemez misin?”
Bunun üzerine Hz. Peygamber şunları söyledi:
“Sizden önceki ümmetlerden öyle bir kimse vardı ki, (onun için) yerde bir çukur kazılır ve o çukura atılırdı. Sonra testere getirilip başının üzerine konur ve başı ikiye kesilirdi. Yapılan bu işkenceler onu dininden döndürmezdi. (Bir başka kişinin) etinin altındaki sinir ve kemikler demir taraklarla taranırdı. (Bu işkenceler) o kişiyi dininden döndürmezdi. Allah bu dini kesinlikle tamamlayacaktır. Öyle ki bir kimse biniti üzerinde San'a'dan, Hadramevt'e kadar gidecek de sadece Allah'tan veya koyunlarına (saldırma tehlikesinden dolayı) kurttan korkacak. Fakat siz (müşriklerin eziyetlerinden kurtulmak için) acele ediyorsunuz.”
Bu sözleriyle Hz. Peygamber ashâbından biraz daha dayanmalarını isteyerek gelecek günlerin daha iyi olacağı müjdesini vermiş ve onlara sabrı tavsiye etmiştir.
Câhiliye döneminin yanlış âdetleri karşısında ashâbını uyaran Peygamber Efendimiz, musibetler karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiğini de açıklamıştır. Kadınlardan biat alırken bu hususa işaret etmesi, konuya ne kadar önem verdiğinin bir göstergesidir. Nitekim biat esnasında onlardan aldığı sözler arasında, “Bir musibet karşısında yüzlerini dövüp tırmalamamaları, feryat figan etmemeleri, yakalarını, bağırlarını yırtmamaları ve saçlarını başlarını yolup dağıtmamaları”sözü de bulunmaktadır.
O, bunun yerine Kur'an'ın emri olan sabrı ve Allah'a teslimiyeti tavsiye etmiştir. Çünkü insanların çeşitli belalarla mutlaka sınanacağını hatırlatan Allah, bunlara sabredenleri müjdeledikten sonra, başlarına bir musibet geldiğinde onların,
“Biz Allah'a aidiz ve biz O'na döneceğiz.”diyen kimseler olduklarını haber vermektedir.
Yine bu doğrultuda Hz. Peygamber, inananlara şu tavsiyede bulunmuştur: “Birinizin başına bir musibet/acı bir şey geldiği zaman, 'Biz Allah'a aidiz ve biz O'na döneceğiz. Allah'ım! Başıma gelen musibetin/acının mükafatını senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et, benim için onu daha hayırlısıyla değiştir.' desin.”
Varlığının Rabbine ait olduğu ve yine O'na döneceği duygu ve bilinci içerisinde hareket eden mümin, başına gelebilecek çeşitli bela ve kötülüklere karşı elinden gelen bütün imkânları kullanarak bunları engelleme gayreti içerisinde olur. İnançlı ve bilinçli bir Müslüman, öncelikle işlerini sağlam yapar. Muhtemel felâket ve tehlikelere karşı gerekli tedbirleri alır ve bu konuda yapılması gerekli her türlü çabayı sarf eder. Ardından da Yüce Allah'a tevekkül eder.
Peygamber Efendimizin İslâm'a davet yolunda karşılaştığı güçlük ve sıkıntılara karşı gösterdiği sabır ve metanet, müminlerin, musibetler konusunda nasıl bir tavır takınmaları gerektiğine güzel bir örnektir. Bilindiği gibi Mekke döneminde, Allah Rasûlü bir avuç müminle beraber müşriklerin amansız baskılarına, ekonomik ve sosyal ambargolarına, öldürme teşebbüslerine karşı sabredip direnmiş ve bu arada gerekli tedbirleri de alarak düşmanlarının hesaplarını boşa çıkarmıştır. Daha sonra Sevgili Peygamberimiz, muzaffer bir komutan olarak Mekke'ye girdiğinde, kendisine ve arkadaşlarına yapılanların intikamını almaya kalkışmamış, çektiği acıları, başkalarına acı çektirerek telâfi etmemiştir.
İyi insanların fazilet yolunda maruz kaldıkları sıkıntıların hatalarına kefaret sayılacağı Peygamberimiz tarafından müjdelenmiş, Allah yolunda çile çekmenin karşılığının birçok yönden sahibine mükâfat olarak döneceği vurgulanmıştır. Meselâ bir hadislerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Vücuduna batan bir dikene varıncaya kadar, Müslüman'ın başına gelen her bir musibet sebebiyle hataları affolunur.”Bu bağlamda o, zaman zaman geçmiş kavimlerin, dinleri hususunda karşılaştıkları zulüm ve işkenceleri ashâbına anlatarak onlara metanet vermiş ve böylece onları teselli ederek sıkıntılarını hafifletmeye çalışmıştır.
İnsanın başına gelen musibetler hiçbir zaman arzu edilen şeyler değildir. Onun için Peygamber Efendimiz, keder ve sıkıntılarla karşılaşmamak için Allah'a dua etmiştir. Enes b. Mâlik'in rivayetine göre, onun bir duası şöyledir:
“Allah'ım! Gam ve kederden, tembellik ve cimrilikten, korkaklıktan, borca batmaktan ve halkın taşkınlığından sana sığınırım.”
Sevgili Peygamberimiz, insanın başına gelebilecek en büyük imtihanlardan olan ölümü temenni etmeyi de hoş görmemiş ve şöyle buyurmuştur: “Hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan dolayı ölümü istemesin. Eğer mutlaka isteyecekse, 'Allah'ım, yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, ölüm benim için hayırlıysa canımı al!' desin.”
Müminin niyetini her zaman ön planda tutan ve amellerin onunla değer ve anlam kazanacağını belirten Allah Rasûlü maruz kaldıkları sıkıntı ve musibetler yüzünden görevlerini yerine getiremeyen Müslümanları da şu müjdeyle teselli etmiştir: “Bir kul salih amel işlemeye devam ederken, hastalık veya yolculuk gibi bir engel onu bundan alıkoyarsa, sağlıklı ve mukim iken işlediği salih amel gibi kendisine sevap yazılır.”
Sıkıntı ve zorluklardan kurtulmak amacıyla da olsa insanlardan uzaklaşarak uzlete çekilmeyi dinimiz asla onaylamaz. Bu, bir nevi insanın yakınlarına, çevresine ve topluma karşı yükümlü olduğu sorumluluklardan kaçması anlamına gelir. Bazı sıkıntılarla karşılaşsa da mümin, ailevî ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeli, iyiliği tavsiye ve kötülükten sakındırma görevini sürdürmelidir. Onun için Sevgili Peygamberimiz, “halk arasına girip de onların eziyetlerine sabreden müminin sevabının, onların arasına karışmayıp eziyetlerine sabredemeyen müminin sevabından daha fazla olacağını” bildirmiştir.
Burada üzerinde durulması gereken bir husus da müminin musibetlerden hem dünyevî, hem de uhrevî hayata dönük dersler çıkarabilmesidir. Şayet yaşanan felâketlerde, insanların ihmalleri, tedbirsizlikleri veya dikkatsizlikleri gibi konular söz konusu ise, benzer musibetlere tekrar maruz kalmamak için ileriye dönük tedbirler alınmalı, aynı acılar tekrar yaşanmamalıdır. Trafik kazaları, deprem, sel baskınları gibi felâketlerin birçoğunda aynı acılar tekrar tekrar yaşanmakta ve maalesef ne insanlar ne de yetkililer yeterli tedbirleri almaktadırlar.
Aynı şekilde yaşanan felâketlerden mânevî anlamda da dersler alan insan her an çeşitli sıkıntılarla yüz yüze gelebileceğinin bilincinde olarak yaşamalı, bu gibi durumlara karşı ruhen hazırlıklı olmalıdır. Yaşadıklarından sonra insanın ne denli âciz ve fâni olduğunu, dünyanın ve dünyalıkların ne denli geçici olduğunu bilmeli ve ona göre bir hayat yaşamalıdır. Musibetler karşısında müminin sabrı, inancı daha da güçlenmelidir. İnancı, teslimiyeti ve tevekkül anlayışıyla mümin, yaşadığı musibetlerden hem maddeten hem de mânen güçlenerek çıkmayı başarmalıdır. Çünkü mümin, hem nimetlere şükretmesini, hem de musibetlere sabretmesini bilen insandır. Onun halis niyetle ve Allah'ın rızası doğrultusunda yaptığı her işi hayırdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz veciz üslûbuyla bunu şu şekilde ifade eder:
“Müminin hâli ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına sevinecek bir hâl geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ona da sabreder; bu da onun için hayır olur.”